wampir_hacker - KİTAP ÖZETLERİ

Ana Sayfa
Ziyaretşi defteri
MSN
AVATARINI YAP
GÜZEL SÖZLER
KOMİK RESMLER
O_K_S
DUVAR YAZILARI
Şiirler
ŞARKI SÖZLERİ
BURÇLAR
NASIL FORMAT ATARIM
KİTAP ÖZETLERİ
Çocuklar İçin
YEMEK TARİFLERİ
ÖNEMLİ BİLGİLER
HACKING1
HACKING-2
HACKING-3
HACK-4
KOMİK SMS
PROGRAMLAR
MÜZİK URL
ETKİLEYİCİ SÖZLER
99 ÖĞÜT
TEMEL FIKRALARI
KOMİK ANİMASYONLAR
KOMİK SESLER
3 BOYUTLU SMİLEYLER
SÜPER HTML KODLARI
OYUNLAR
MSN MESSENGER OTURUM AÇ
İLLER ARASI MESAFE
E-KART YOLLA
VARMISIN YOKMUSUN?
MP3 DİNLE
ŞİİR DİNLE
KISA VİDEOLAR
FİLMLER



 

ŞU ÇILGIN TÜRKLER

 

Yazarı: Turgut Özakman
Yayınevi: Bilgi Yayınevi
Basım Yılı: 2005
747 sayfa

Turgut Özakman, Kurtuluş Savaşı ile ilgili olarak yüzlerce kaynaktan derlenmiş bilgileri, belgelere dayandırarak bir roman üslubu içerisinde anlatmaktadır. Şu Çılgın Türkler dört ana bölümden oluşmaktadır.

“Başlangıç” adı verilen ilk bölüm 28 Haziran 1914-1 Nisan 1921 tarihleri arasındaki dönemi kapsamakta ve özetlemektedir. İkinci Bölüm; Birinci Kitap adı altında ve “Yunan Büyük Taarruzu” adını taşımaktadır. Bu bölümde yer alan alt başlıklar ise; Kütahya-Eskişehir Savaşı’na Hazırlık, Kütahya-Eskişehir Savaşı, Sakarya Savaşı’na Hazırlık, Ankara’ya Yürüyüş ve Sakarya Savaşı’dır. Üçüncü Bölüm, İkinci Kitap başlığıyla Türk Büyük Taarruzu adını taşımaktadır. Bu bölümde de; Büyük Taarruza Hazırlık, Afyon Güneyine Yürüyüş ve Büyük Taarruz alt başlıkları bulunmaktadır. Roman Sonuç bölümüyle sona ermektedir.

17’nci yüzyılın ortalarından itibaren gerilemeye başlayan ve Birinci Dünya Savaşından yenik ayrılan Osmanlı İmparatorluğu bu savaş sonunda 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Ateşkes Antlaşmasını imzalamıştır. Ülkenin dört bir yanı galip devletler tarafından işgal edilmeye başlanmıştı. İtalyanlar Güneybatı Anadolu, Fransızlar ve Ermeniler Çukurova, İngilizler Musul ve Güneydoğu Anadolu bölgelerine yerleşirler. İstanbul ise başta İngilizler olmak üzere ortaklaşa işgal edilmiştir. 15 Mayıs 1919’da ise İzmir Yunanlılar tarafından işgal edilir.

İzmir’in işgalinin ardından dört gün sonra Mustafa Kemal Paşa 9’ncu Ordu Müfettişi göreviyle Samsun‘a çıkar. Fakat O, işgale karşı tepki gösterir ve milleti işgale karşı direnişe hazırlamak maksadıyla kongreler düzenler. Önce Amasya Tamimi yayınlanır, ardından Erzurum ve Sivas Kongreleri toplanır. 23 Nisan 1920’de de Büyük Millet Meclisi açılır ve Ankara Hükümeti kurulur.

Diğer taraftan hem Yunan Ordusu hem de Türk Ordusu savaş için hazırlıklar yapmaktadır. Dört yıl süren Birinci Dünya Savaşı neticesinde halk perişan durumdadır. Ordu dağılmış ve cephanelerine el konmuştur. İşte Türk Ordusu bu yokluklar içinde hazırlıklarına devam etmektedir. İki ordu arasındaki ilk ciddi karşılaşma Kütahya-Eskişehir Muharebelerinde yaşanır. Yunan ordusu, hem asker sayısı hem de cephane olarak ordumuzdan kat kat üstün durumdadır. Kütahya-Eskişehir Muharebelerinde Afyon, Eskişehir ve Kütahya kaybedilir. Yunanlıların en büyük destekçisi İngilizler, Türklerin savaşı kaybedeceğinden çok emindir.

Türk Ordusunun ve Mustafa Kemal’in karşısındaki tek sorun Yunanlılar değildir. İçte de çok sayıda düşman vardır. Özellikle İstanbul Hükümeti ve pek çok sözde aydın savaşın kaybedileceğinden çok emindirler ve İngilizlerin güvencesi altında yaşamayı kabul etmektedirler. Yıllarca savaştan yılan askerler de ordudan kaçmaktadır.

Mustafa Kemal Paşa ve başta İsmet Paşa olmak üzere Türk Ordusunun kurmayları, Kütahya-Eskişehir Muharebelerindeki yenilgilerin ardından orduyu toparlamak ve yeni bir savunma hattı oluşturmak için orduyu Sakarya Nehrinin batısına çekerler. Bu karar Büyük Millet Meclisindeki bazı milletvekilleri tarafından tepkiyle karşılanır. Meclis içindeki muhalifler bile savaşın kaybedileceğini düşünmektedir. Meclis içindeki muhaliflerin amacı farklı olsa da milletvekilleri Mustafa Kemal Paşanın ordunun başına geçmesi ister. Başkomutanlık teklifini kabul eden Mustafa Kemal Paşa, milleti topyekûn savaşa ortak etmek ve ordunun en kısa zamanda tekrar savaşa hazır hale getirilebilmesi için Tekalif-i Milliye Emirlerini yayınlar. Bu emirler ile halktan, elindeki çoraptan battaniyeye kadar sahip olduğu bir çok şeyi orduya teslim etmesi istenir. Zaten yoksul ve perişan bir durumda olan Türk Milleti yardımlarını ordusundan esirgemez. İstanbul’daki cephanelerde kalan top mermileri Anadolu’ya kaçırılır. Yunanlılar da ordularını güçlendirmek için hazırlık içerisindedir.

Sakarya Meydan Muharebesi 23 Ağustos 1921 günü başlar. Savaş çok çetin geçmektedir. Her iki tarafta da sıkıntılar vardır. Türk Ordusu sayıca düşmandan eksik olmanın sıkıntılarını yaşamaktadır. Yunan Ordusu ise ikmal noktalarından uzaklaştığından lojistik destek sıkıntısı çekmektedir. Savaşın yaşandığı tepeler sık sık el değiştirmektedir. Türk Ordusu Haymana, Çal Dağı ve Polatlı hattına kadar geri çekilir. Bu arada meclisin gerektiğinde Kayseri’ye taşınması için hazırlıklara başlanır. Mustafa Kemal Paşa’nın amacı, düşmanı lojistik kaynaklarından uzaklaştırarak yıpratmak ve taarruza geçmektir. Savaşın on dokuzuncu günü Türk Ordusu tüm cephe boyunca taarruza kalkar. Artık savaşmaktan yorulmuş olan Yunan askerleri de, savaşı kazanarak ülkelerine bir an önce dönmek amacıyla var güçleriyle direnmektedir. Fakat Türk taarruzları karşısında dayanmaları mümkün değildir. Kaybedilen tepeler birer birer geri alınır, önce Dua Tepe sonra Mangal Dağı. Savaşın yirmi ikinci gününde düşman kuvvetleri Sakarya Nehrinin batısına atılır. Afyon’a kadar geri çekilen Yunan askerleri çekilirken halka da zulüm yaparlar.

Düşmanın geri çekilmesinin ardından amaç düşmanı tamamıyla topraklarımızdan atmaktır. Türk Ordusu taarruz için hazırlıklara başlar, eksiklikler tamamlanmaya çalışılır. Çok uzun zamandan sonra Türk Ordusu ilk defa taarruz edecekti. Amaç en kısa sürede düşmana darbeyi vurmaktı. Asıl taarruz Afyon ile batısındaki Çiğiltepe arasından yapılacaktı. 26 Ağustos’a kadar Türk birlikleri Yunan mevzilerine iyice yanaştılar ve taarruz düzenine geçtiler. Yunanlıların keşif yapmaları önemli ölçüde engellenmişti. Hazırlıklar büyük bir gizlilik ve sessizlik içinde yürütülüyordu. 26 Ağustos sabahı saat 05.30’da ilk top mermisiyle taarruz başladı. Böyle bir top atışını o güne kadar ne Türkler ne de Yunanlılar görmemişti. Türk taarruzu dalga dalga yayılıyor ve Yunanlıların çok güvendikleri mevzileri birer birer ellerinden çıkıyordu. Yunanlılar geri çekilmeye devam ettiler. Önce Uşak ve Eskişehir’i boşalttılar. Türk Ordusunun dalga dalga yayılan taarruzu hiç durmadan devam etti ve 9 Eylül’de İzmir’e girildi. Artık işgal kuvvetleri Anadolu’dan tamamen atılmıştı.

Kurtuluş Savaşı, dünyadaki en meşru, en ahlaklı, en kutsal savaşlardan biridir. Yazar Turgut Özakman, Kurtuluş Savaşının hangi şartlar altında kazanıldığını destansı bir havada anlatmaktadır. Biz burada kitabı ana hatlarıyla vermeye çalıştık. Fakat kitapta, Türk halkının fedakarlıkları, İstanbul’dan Anadolu’ya cephane kaçırılması, her gün arıza yapan birkaç uçakla nasıl hava keşiflerinin yapıldığı, bunun yanı sıra vatan hainlerinin ihanetleri gibi pek çok konu ayrıntılı olarak anlatılmaktadır.

 

 

 

DA VİN’CİNİN ŞİFRESİ

 

TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI DERSİ KİTAP ÖZETİ
Kitabın Adı : Da Vinci’ nin Şifresi
Kitabın Yazarı : Dan Brown

KİTABIN ÖZETİ:
Paris Louvre Müzesi müdürü Jacques Sauniere, ünlü simgebilim profesörü Robert Langdon ile buluşacağı gece, müzede bir cinayete kurban gider. Otel odasında istirahat etmekte olan Langdon resepsiyondan gelen telefonla uyanır. Telefondaki görevli, polis teşkilatından Teğmen Collet’ in kendisiyle görüşmek istediğini söyler. Teğmen Collet, müze müdürü Sauniere’ nin cesedinin fotoğraflarını Langdon’ a gösterir ve müzeye gelmesini ister.
Langdon’ u müzede Yüzbaşı Fache karşılar ve cesedin bulunduğu yere götürür. Langdon, Müdür Sauniere’ nin yerde kolları ve bacakları açık, çırılçıplak cesedini görür. Cesedin hemen yanında ise Sauniere’ nin ölmeden hemen önce yazdığı bir mesaj vardır. Anlaşılan Sauniere birilerine bazı mesajlar vermek istiyordu. Langdon mesajı çözmeye çalışırken müzeye kriptoloji ajanı Sophie Neveu gelir. Yüzbaşı Fache bir numaralı cinayet zanlısı olarak Profesör Langdon’ u görmektedir. Sophie Langdon’ a, Paris ABD Büyükelçisi ile temas kurması gerektiğini ve kendisine bir mesaj olduğunu söyler. Araması için kendi telefonunu Langdon’ a uzatır. Longdon Amerikan Büyükelçiliğini aradığında karşısına telesekreter mesajı çıkar, mesajdaki ses ise Sophie’ nin sesidir. Sophie mesajında profesöre tehlikede olduğunu, Fache’ nin cinayet zanlısı olarak Langdon’ u gördüğünü söylemektedir. Telefonu kapatan Langdon tuvalete gitti. Bu arada Fache ve Sophie tartışıyorlardı ve Fache Neveu’ nun olay yerini terk etmesini istiyordu. Sophie olay yerinden uzaklaştı ama müzeyi terk etmedi. Profesöre yardım etmesi gerekiyordu, gizlice tuvalete gitti. Profesöre cebinden çıkardığı cesede ait bir fotoğrafı gösterdi. Sauniere’ nin yazdığı mesajın sonunda “P.S. Robert Langdon’ u bul” yazıyordu. Yüzbaşı Fache bu cümleyi sildirmişti. Langdon, neden cinayet zanlısı olarak görüldüğünü şimdi anlamıştı. Eğer geri dönerse Fache tarafından tutuklanacaktı. Sophie, tek çarenin tuvaletteki küçük pencereden Amerikan Büyükelçiliğine kaçmak olduğunu söyledi. Profesör ise kaçarsa cinayeti kabulleneceğini düşünüyordu. Profesörün cebine yerleştirilen ve sinyal gönderen küçük bir aleti bir sabunun içine yerleştirdikten sonra camı kırarak kırmızı ışıkta bekleyen kamyonun üzerine fırlattılar.
Yüzbaşı Fache ise Langdon’ un kaçtığını zannederek adamları ile birlikte sinyali takibe başlar. Bu sırada Ajan Neveu ve Profesör Langdon olay yerine dönerler. Sophie yerde yatan Sauniere’ nin büyükbabası olduğunu söyler. Sophie ve Sauniere uzun süredir görüşmemektedirler. Mesajdaki “P.S.” ise Sauniere’ nin torununa taktığı lakap olan Prenses Sophie kelimelerinin baş harfleridir. Sauniere arkasında bıraktığı sırların Profesör Langdon tarafından çözülebileceğini düşünerek torununa bu mesajı bırakmıştır.
Langdon ve Sophie, Sauniere’ nin bıraktığı mesajın bir anagram yani şifre olduğunu keşfederler. Mesajda “Leonardo Da Vinci, Mona Lisa” yazmaktadır. Müzedeki Mona Lisa tablosunun arkasında haçı andıran ve ortasında P.S. yazan bir anahtar bulurlar. Bu anahtarın Sauniere’ in Zürih Emanet Bankası’ndaki kasasının anahtarı olduğunu anlarlar ve hemen bankaya doğru yola çıkarlar. Bu arada polis onların peşindedir, ABD Büyükelçiliği’ne giden yol kesilmiştir.
Zürih Emanet Bankası Müdürü Andre Vernet ile görüşen Langdon ve Sophie kasayı açarlar ve içinden çıkan kutuyu alırlar. Bu sırada Yüzbaşı Fache ve adamları bankaya gelmişlerdir. Sophie ve Langdon, Müdür Vernet ile birlikte bankanın arabalarından birine binerler ve Vernet sayesinde polisleri atlatırlar. Fakat Vernet, Langdon ve Sophie’ yi güvenli bir bölgeye getirdikten sonra silahını onlara doğrultur ve kutuyu ister. Langdon ve Sophie, Vernet’ i atlatmayı başarır. Kutunun içinden şifreli bir kripteks çıkar. Şifreyi çözebilmek için Langdon’ un arkadaşı Sir Leigh Teabing’ e giderler.
Teobing hayatını Kutsal Kadeh’ i bulmaya adamış, İngiliz Kraliyet ailesi tarafından kendisine Sir unvanı verilmiş usta bir tarihçidir. Teabing, Langdon ve Sophie’ ye kripteksin İsa Mesih’in “Kutsal Kâse”sine ulaşmak için gerekli olan “Kilit Taşı”nın yerini gösteren bir şifre olduğunu belirtir ve Kutsal Kâse ile Da Vinci arasındaki bağlantıyı anlatır: 1099 yılında kurulan Sion Tarikatı kardeşlik bağları çok güçlü olan bir tarikattır. Tarikatı yönetenler arasında Leonardo Da Vinci, Isaac Newton, Victor Hugo gibi önemli isimler vardı. Tarikata üye olmak ve güven kazanmak çok zordu. Sion Tarikatında, Hıristiyanlığın aksine kadın çok değerliydi. Tüm bilinenlerin aksine Hz. İsa evliydi ve çocukları vardı. Hz. İsa çarmıha gerilirken, karısı Magdalalı Meryem hamileydi ve İsa’nın soyunu devam ettirmek için Fransa’ya kaçmıştı. Sion Tarikatı üyeleri kendilerini bu gerçekleri korumaya adamışlardı. Tarikatın simgeleri olan Gül ve Kutsal Kâse Magdalalı Meryem’i temsil etmektedir. Kilise yani Vatikan ise yüzyıllarca bu gerçeği saklamıştır ve belgelere ulaşmak için birçok tarikat üyesini öldürmüştür. Sauniere ise bu tarikatın son büyük ustasıydı ve bu sırrı saklaması için torunu Sophie’ yi seçmişti.
Kutsal Kâse’nin peşinde olanlar sadece Langdon, Sophie ve Teabing değildi. Karanlık bir tarikat olan Opus Der tarikatının başındaki Piskopos Manuel Aringorasa da gizli belgeleri ele geçirmek niyetindeydi. Belgeleri Vatikan’a vererek kiliseden bazı imtiyazlar ve yüklü miktarda para kazanmayı düşünüyordu. Kutsal Kâse’yi bulmak için Silas adındaki tarikat üyesi görevlendirilmişti. Silas ise talimatları “Öğretmen” lakaplı bir adamdan alıyordu. Müdür Sauniere’ yi de Silas öldürmüştü ve şimdi de Langdon, Sophie ve Teabing’ in peşine düşmüştü.
Langdon, Sophie ve Teabing çözdükleri şifrelerden yola çıkarak Kutsal Kâse’ nin İngiltere’deki bir mezarda olduğunu tahmin ederler ve birlikte İngiltere’ye giderler. Fakat Sauniere’ nin katili Silas onları bulur ve Sir Teabing ile birlikte kripteksi kaçırır. Langdon şifrelerden yola çıkarak mezarın Isaac Newton’a ait mezar olduğunu tespit eder ve kripteksi çalan kişinin de mezara geleceğini düşünür. Fakat mezara geldiklerinde onları büyük bir sürpriz beklemektedir. Karşılarında Sir Teabing durmaktadır. Öğretmen lakaplı kişinin aslında Teabing olduğunu öğrenirler. Langdon, Teabing’ i etkisiz hale getirir ve kendilerini Londra’ya kadar takip eden Yüzbaşı Fache’ ye teslim eder. Böylece Langdon ve Sophie de aklanmış olur.
Langdon ve Sophie, son şifreyi de çözerler ve Rosslyn Şapeli’ne giderler. Rosslyn’ de Kutsal Kadehi ararlarken yanlarına genç bir adam gelir ve onları Rosslyn Vakfının başkanı ve büyükannesi olan Maria’ nın yanına götürür. Maria Sophie’ nin büyükanesidir ve Sophie’ yi hemen tanır. Sophie büyükbabasının küçükken kendisini buraya birkaç kez getirdiğini hatırlar. Maria tüm gerçekleri Langdon ve Sophie’ ye anlatır. Ailenin Hz. İsa’ nın soyundan geldiğini, güvenlik amacıyla soyadlarını değiştirdiklerini söyler. Sophie’ nin anne ve babası esrarengiz bir trafik kazasında ölmüşler ya da öldürülmüşlerdir. Sauniere de eşini, Sophie’ yi ve kardeşini buraya yerleştirir.
Sophie, büyükannesi ve kardeşini bulmuştur. Ama Profesör Langdon ise hala Kutsal Kadehin yerini aramaktadır. Langdon şifreleri takip eder ve Kutsal Kâse’ nin Louvre Müzesinde olduğunu anlar. Ama bu gerçek onunla saklı kalacaktır.
KİŞİLER:
Langdon: Sauniere’ nin ölümüyle beraber Sophie’ ye Sauniere’ nin bıraktığı simgeleri çözerek yardım eden simge bilimcidir.
Sophie: Annesini ve babasını bir trafik kazasında kaybeden bir kriptoloji uzmanıdır. Büyükbabasıyla ölmesinden önce konuşmamaktadır ve bundan şüphe duymaktadır.
Jacques Sauniere: Louvre Müzesi müdürü olmakla beraber Sophie’ nin büyükbabasıdır. Ölmeden önce söyleyemediği sırlarını şifreleyerek küçükken şifreleri çözümlemeyi öğrettiği torununa bırakır. Langdon’ u da ona yardım etmesi için yönlendirir.
---------------------------------------------------

MADAM BOVARY

TANITIM:

“Madam Bovary” adlı roman Gustave Flaubert tarafından yazılmış olup, Celal Öner tarafından da dilimize çevirilmiştir. Bu kitap Oda Yayınları’nın 5.baskısıdır ve 382 sayfadan oluşmaktadır.

KARAKTERLER:

Emma Bovary : Romanın baş kahramanıdır. Romantik istekleri mantığının önüne geçmiş, güzel bir kadındır. Daima gözü yükseklerdedir. Elindeki ile yetinmeyi bilmeyen, doymayan bir kişiliğe sahiptir o nedenle hayatta hiçbir zaman mutlu olamamıştır.
Charles : Tembel bir kocadır. Hayatı boyunca hep annesinin istediklerini yapmaya mecbur kalmıştır. Çocukluk yıllarından kalma bu eziklik onu zayıf karakterli biri yapmıştır.
Homais : Meraklı ve misafirperver bir eczacıdır.
Rodolphe: Zengin ve çapkın bir erkektir.
Lheureux : Çıkarcı bir insandır. İnsanların hayatına karışan bir satıcıdır. Aynı zamanda çok paragözdür.
Rollet Ana : Dürüst bir hizmetkardır. İşini sevmemesine rağmen güvenilir bir sütannedir.
Leon : Yakışıklı ve saf bir duygusaldır. Emma Bovary’e aşıktır.

ÖZET:

Charles Bovary, orta halli bir ailenin oğludur. Annesi oğluna ne kadar düşkünse babası da o kadar ilgisizdir. Annesinin kendisine düşkünlüğü nedeniyle arkadaşlık ilişkilerinde zorluk çeker ve annesi onu sürekli yönlendirmektedir. Charles annesini baskısıyla tıp okur ve dul bir kadınla evlenir. Kısa bir süre sonra Charles’ın hasta karısı ölür. Bu arada Charles bir çiftlikte Rouault Baba’ya bakmaktadır. Bu çiftlikte tanışyğı Roualut Baba’nın kızı Emma ve Charles arasında bir yakınlaşma başlar ve evlenirler. Emma Bovary, zengin olma hayalleriyle yıllar geçtikçe

bunalıma girer. Charles karısı için çok üzülmektedir ve hava değişikliğinin iyi geleceğini düşünerekten Yonville’e taşınmaya karar verirler. Başta çok mutlu olan evlilikleri Emma Bovary’nin avunmaması nedeniyle gittikçe kötüleşir. Zengin olma hayalleri onu mutsuzluğa itmektedir.
Güzelliğinin yanında iyi bir eğitim alması ve terbiyesi ile çevresindekileri etkilemeye başlar. Genç ve yakışıklı Leon da bunların arasındadır,ama Madam Bovary’den beklediği karşılığı bulamaz ve böylece Yonville’i terk eder. Kısa bir süre sonra Emma, Rodolphe adlı bir adama aşık olur ve onunla ilişkiye girer. Rodolphe için her tür fedakarlığı göze alır ve o kadar çok para harcar ki, son olarak elinde sadece imzaladığı senetler kalmıştır. Bu ilişki Emma’ya zarar vermeye başlamıştır. Rodolphe Emma’yı terk eder ve Emma Bovary ciddi bir bunalıma girer. Charles karısını iyileştirmek için her türlü çareye başvurmuştur; fakat sonuç alamamıştır. Ödenmeyen senetler sonucunda evlerine haciz konur. Bu acılara dayanamayan Emma Bovary ilaç içerek intihar eder. Charles Bovary de karısının acısına dayanamaz ve kısa bir süre sonra o da ölür.

İLETİ:

Romanın baş kahramanı olan Emma Bovary, elindeki ile yetinmeyip, boş hayallerinin peşinden gidip, elindekileri de kaybeden bir kadındır. Madam Bovary beklentilerimizi olanaklarımıza göre sınırlandırmamızı gerektiğini anlatır. “Madam Bovary” gerçek hayatta yaşamış olan insanların öyküsüdür. Karakterler günlük yaşamdan alınmıştır. Burda alt sınıftaki insanların üst sınıf olma isteklerine boş hayallerle ulaşamayacakları vurgulanmaktadır.

BİÇİM:

Madam Bovary’nin dili oldukça sade ve akıcıdır. Argo sözcüklere rastlanmamaktadır. Anlatım genellikle betimlemelerden oluşmuştur. Aynı zamanda karşılıklı diyaloglara da yer verilmiştir.

 

Reşat Nuri Güntekin ÇALIKUŞU

 

TÜRK DİLİ VE KOMPOZİSYON-1 DERSİ

KİTABIN ADI ÇALIKUŞU
KİTABIN YAZARI REŞAT NURİ GÜNTEKİN
YAYIN EVİ INKILAP
BASIM YILI 1993
SAYFA SAYISI 408

KİTABIN KONUSU:
Evleneceğinden önceki gün Feride nişanlısı Kâmran’ın daha önceden kendisini aldattığını öğrenir. Bunun üzerine Feride kaldığı teyzesinin evini terk eder ve Fransız Lisesi’nde aldığı eğitime güvenerek Anadolu’da öğretmenlik yapmaya karar verir. Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde öğretmenlik yapar. Bu görevi sırasında Feride Anadolu insanının sorunlarıyla karşı karşıya gelir. Genç ve güzel bir kadın olan Feride gittiği yerlerde rahata eremeyecek sürekli yapılan dedikodular nedeniyle günleri üzüntü içinde geçecektir.

KİTABIN ÖZETİ:
Feride hareketli, yaramaz ve aynı zamanda da dışarı hiçbir zaman vurmasa bile duygusal bir kızdır. Üç yaşına kadar Musul’da yaşamış olan Feride buradaki kuraklıktan dolayı ailesi ile birlikte Kerbelâ’ya göçmüştür. İstanbul’a göçmeden önce altı yaşındayken annesini kaybeder. Bundan sonra Feride teyzesinin yanına İstanbul’a gelir. İstanbul’da yeni akrabalarıyla tanışan Feride, burada da yaramazlıklarını sürdürür. Yalnız bir tek Besime Teyzesinin oğlu olan Kâmran’a karşı çekingenliği ve cesaretsizliği vardır. Kâmran ise yaşça Feride’den büyüktü ve çok uslu ve ağırbaşlı biridir. Feride dokuz yaşındayken de büyükannesini kaybetmiştir. Sonra Feride on sene boyunca okuyacağı Sör Mektebi’ne yazılır. Okula başladıktan kısa bir süre sonra da babasını kaybeder. Yaramazlıklarına okulda da devam eden Feride bu yüzden arkadaşlarından ayrı bir şekilde tek başına oturtulmuştur.
Feride birçok kişinin cesaret edemeyeceği işlerde yapardı. Meselâ her teneffüs okullarındaki ağaca tırmanır ve daldan dala atlardı. İşte bunu gören muallim ona “Bu kız insan değil ÇALIKUŞU” diye bağırmış ve o günden sonra Feride’nin adı ÇALIKUŞU olarak kalmıştır.
Feride ile Kâmran genelde birbirleriyle kavga ederler. Ama ikisinin esas ilişkisi Feride’nin yine ağacın üstündeyken bir akşam Kâmran ile Neriman adında dul bir kadının konuşmalarını duymalarıyla başlar. Bu günden sonra Kâmran Feride’den korkmaya başlamıştır ve ona, bu olayı kimseye anlatmaması için, düzenli aralıklarla hediyeler gönderir. Fakat bu hediyeler Feride’yi kızdırıyordur. Bir yaz Feride Tekirdağ’a başka bir teyzesini yanına gider. Teyzesinin kızı Müjgân Feride’nin çok sevdiği, ağırbaşlı ve Feride’ye ailede tek söz geçirebilen kişidir. Feride okulda, arkadaşları kendi sevgililerinden konuşurlarken o da konunun dışında kalmamak için, Kâmran’ı kendi sevgilisi gibi anlatmıştır. Feride bunu Müjgân ablasına anlattığı zaman , Müjgân, Feride’nin Kâmran’ı sevdiğini anlar ve her zaman Feride’nin ağzından Kâmran’la ilgili laf almaya çalışır. Kâmran Müjgân’ın da düşündüğü gibi o yaz Tekirdağ’a gider. Bir gün salıncakta sallanırken Kâmran Feride’ye evlenme teklif eder ve daha sonra nişanlanırlar.
Feride Müjgân ablasının önceden de tahmin ettiği gibi Kâmran’ı çok seviyordur fakat nedense Kâmran’a karşı çok çekingen davranıyordur. Onunla yan yana gelmemeye özen gösteriyor ve doğru düzgün konuşmuyordur. Kısaca Kâmran’dan kaçıyordur.
İstanbul’a döndükten bir süre sonra Kâmran, amcasının teklifini Feride ile birlikte değerlendirir ve en sonunda memuriyetini yapmak için amcasının yanına Avrupa’ya gitmeye karar verir. Bu memuriyet dört sene olmasına rağmen ikisi için de çabuk geçer. Fakat düğüne üç gün kala hiç beklenmedik bir olay olur. Feride bahçede dolaşırken kapının önünde siyah çarşaflı bir kadın görür ve o kadın Feride’ye Kâmran’ın Avrupa’da başka bir kadını sevdiğini söyler. Yanında Kâmran’ın yazdığı bir mektubu getirir. Bu olayı öğrenen Feride derhal evi terk eder ve kendi hayatını kurmak ve yaşamak için Anadolu’ya gitmeye karar verir.
İstanbul’dan çıkmadan önce Feride annesini dadısı olan Gülmisal Kalfanın evinde kalır. Yaklaşık bir bir buçuk aylık bir beklemeden sonra Bursa’nın merkez rüştiyesinde Coğrafya ve Resim muallimliğine tayin edilir. Fakat Feride Bursa’ya gittiğinde bir başkasının daha aynı göreve atandığını görür. Bir aylık bir beklemeden sonra bu görev Feride’ye çıkartılmıştır. Fakat Feride müdürün ısrarcı teklifleri ve diğer öğretmenin ağlayışları ile hazırlanan bu tuzağa, hayat tecrübesi olmadığı ve kalbinin çok temiz olması nedeniyle düşerek, görevinden istifa edip Bursa’nın yakınında Zeyniler Köyünde muallimliğe geçer. Müdürün Feride’yi kandırmak için öve öve bitiremediği Zeyniler Köyü daha doğru dürüst yolu olmayan hatta okulu bile ahırdan bozma bir yerdir.
Feride önceleri hiç sevmediği o can sıkıcı ve karanlık yeri alıştıkça sevmeye başlıyordur. Bu köyde hemen derse başlamış ve öğrencilerle iyi ilişkiler kurmuştur. Fakat öğrencilerinin arasında Munise adında bir kız onu çok etkilemiştir. Bu kız babası ve ablasıyla kalıyordur. Bu kızı çok sevdiği için onunla diğerlerine oranla daha fazla ilgileniyordur. Bir gün Munise bir kabahat işler ve babası onun üzerine yürüyünce evden kaçar. Karlarla bir gün boğuştuktan sonra Munise Feride’ye sığınmaya karar verir. Feride bu olay üzerine, Munise’nin babasından da izin alıp onu evlatlık edinir.
Feride her geçen gün bu küçük köye alışmaktadır. Bir gün köye bir müfettiş gelir ve okullarını ziyaret eder. Daha önceden de belirttiğim gibi ahırdan bozma bu okulu müfettiş gördüğünde bu okulda ders yapılamayacağını söyler ve okulu kapatmaya karar verir. Feride’ye ise onu başka bir okula tayin edeceğini söyler. Feride, Maarif Müdürünün yanına gittiğinde müdür ona açıkta yer olmadığını söyler. Ama müdürün odasında eski bir arkadaşını görüp, onunla Fransızca konuşmaya başlayınca bu olay sayesinde Bursa Darülmuallimatında çalışmaya başlar.
Feride bu okulda da çok mutlu olmuş ve yine öğrencilerle çok iyi ilişkiler kurmuştur. Artık Feride çok güzel bir genç kız olmuştur. Bu güzelliği nedeniyle kendisine Bursa’da “ipekböceği” ismini takarlar. Okul çok iyi gidiyordur fakat okulda çok sevdiği ve kendisine çok yakın hissettiği Şeyh Yusuf Efendi, Feride’ye aşık olmuştur. Üstelik bunu Feride’den başka herkes bilmektedir. Bir gün bunu bir arkadaşı Feride’ye söyleyince Feride çok utanır ve artık insan içine çıkamaz olur. Çünkü Şeyh Yusuf hastalanıp ölünce Feride’ye herkes suçluymuş gibi bakar ve Feride buna daha fazla dayanamayarak Çanakkale’ye gider.
Maarif Müdürünün emriyle Çanakkale Rüştiyesi’ne emri çıkan Feride, Munise’yi de alarak Çanakkale’ye yerleşir. Fakat güzelliği burada da herkesin dikkatini çeker ve bu sefer ona “Gülbeşeker” ismini takarlar. O çevrenin en zengin ailesinin kızlarının öğretmenliğini yapan Feride, kızın da isteğiyle konağa davet edilir. Fakat bu davetin sebebi başkadır. Konağın sahibi Nerime Hanımın amcasının oğlu İhsan, Feride’yi beğenmiştir. Davetin esas sebebi evlenme teklifidir. Fakat Feride bu teklifi herkesi şaşırtacak şekilde reddeder. Bu olaydan kısa bir süre sonra Hafız Kurban Efendi adında evli bir adamdan daha evlenme teklifi alan Feride bu teklifi de reddeder. Tabii Feride artık sokağa çıkamaz olmuştu.
Bir süre sonra da Nazmiye adında bir arkadaşının davetini iyi niyeti nedeniyle kabul eden Feride başına neler geleceğini bilmiyordur. Arkadaşı Feride’ye nişanlısını ve nişanlısının en yakın arkadaşı olan Burhanettin adında birini tanıştırır. Daha sonra yemeğe indiklerinde bütün salon Burhanettin ve Gülbeşeker diye inliyordur. Bu davet aslında Burhanettin Bey ile Feride’nin arasını yapmak için düzenlenmiştir. Bu olaydan sonra Feride artık Çanakkale’de de daha fazla kalamayacağını anlar ve okulun müdiresinin birkaç yakın arkadaşı ile görüşmek için İzmir’e gider.
Fakat burada işler istediği gibi gitmez. En sonunda oranın en zenginlerinden birinin kızlarına Fransızca dersi vermeyi kabul eder. Artık Feride ve Munise köşkte kalıyorlardır. Fakat köşkün sahibinin oğlu Cemil Bey gece Feride’yi merdivenlerde sıkıştırır. O evden ayrılmadan önce Kâmran’ın önceki yaz evlendiği haberini alır. Daha sonra Maarif İdaresine gittiği zaman Kuşadası’nda Türkçe ve resim muallimine ihtiyaç olduğunu öğrenir. Feride bu görevi kabul ettikten sonra, Anadolu yolculuğunda son durağı olan Kuşadası’na hareket eder.
Kuşadası’nda okulu istediği gibi yöneten Feride burada da mutluluğu bulmuştur. Ancak Kuşadası’na gittikten bir ay sonra muharebe başlar ve okul, kumandanlığın emriyle hastaneye dönüştürülür. Feride, daha önce Zeyniler’de tanıştığı bir doktoru, Hayrullah Bey’i, burada tekrar görünce, onun ısrarı sonucu hastane de hemşirelik yapmaya başlar. Hemşireliğe başladıktan bir ay sonra Feride’nin hastası İhsan Bey olur. İhsan Bey muharebede ağır yaralanmış ve ameliyat edilmiştir. Feride hem İhsan Bey’e acıdığı hem de Kâmran’ı unutmak için, İhsan Bey’e evlenme teklifi etmiş fakat kendine acındığını anlayan İhsan Bey bu teklifi reddetmiştir.
Muharebe bittikten sonra mektep tekrar kurulur ve Feride “Müdire” olur. Fakat acılar burada da Feride’yi bırakmaz ve Feride Munise’yi toprağa vermenin üzüntüsü ile tam on yedi gün boyunca kendine gelemez. Onun bu durumunu gören ve onu bir kızı gibi seven Hayrullah Bey, Feride’yi iyileşinceye kadar bekler ve onu yanına alır. Bu olaydan sonra Feride artık Hayrullah Bey ile birlikte kalmaya başlar. Fakat Feride’nin Hayrullah Bey’in yanında kalması halk tarafından hoş karşılanmaz ve ikisi hakkında kötü dedikodular çıkar. Bunun üzerine Hayrullah Bey dedikoduları engellemek için Feride ile evlenir.
Feride ise evlenmeyi kabul ederken hayatında ilk ve tek sevdiği Kâmran’dan da ayrılmış oluyordu. Bu durumu anlayan Hayrullah Bey ölmeden önce son isteği olarak Feride’den İstanbul’a gitmesini ister ve Feride’ye Kâmran’a iletmesi için bir mektup verir. Bu mektupta Kâmran’a Feride’nin kendisini ne kadar sevdiğini yazar. Ayrıca mektubun içine bu kitabı oluşturan Feride’nin günlüğünü de koyar.
Feride bu son istek üzerine İstanbul’a gittiğinde Kâmran’ı ne kadar sevdiğini bir kez daha anlar. Kâmran’da evlendiği kadını kaybetmiştir. Ayrıca Kâmran evlense bile yalnızca Feride’yi sevmiştir. Kâmran bu günlüğü okuyunca Feride’nin de kendisini sevdiğini anlar. Bunu amcasına anlattığında amcası ve Kâmran, Feride’nin haberi olmadan kadıya giderler ve nikâh kıydırırlar. Böylece Feride bu kadar acıdan sonra haberi olmadan hayatta en çok istediği kişiyle evlenir ve en sonunda mutluluğu bulur.

KİTABIN ANAFİKRİ:
Bence bu kitabı okuduktan sonra şöyle bir yargıya ulaşabiliriz: “Bazı olaylardan kaçmakla, onlardan kurtulamayız.”

KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:

Çalıkuşu’ndaki kahramanlar aslında hayatımızda her an karşılaşabileceğimiz , içimizden birileri.Kahramanların hiçbiri ütobik özellikleri olmayan , karakterleri tam olarak anlaşılabilen kişilerden oluşmuştur.
Kahramanlardan baş kahraman hepinizinde bildigi gibi , dizi filminde Aydan Şener’in canlandırdığı Feride diğer bir ismiyle Çalıkuşu. Feride küçüklüğünde heyecanlı , hareketli tam anlamıyla yaramazlıktan bıkmayan bir kişiliğe sahip.Çalıkuşu ismini de Fransız Kolejinde öğrenim görürken tenefüslerde ağaca çıkıp daldan dala atladığını gören bir öğretmeninin :
“ Bu çocuk insan değil,çalıkuşu “ diye bağırmasından almıştır . Feride adı ise bayram elbiseleri gibi pek sayılı günlerde kullanılan resmi bir ismi olarak kalmıştır.
Feride öğretmenliğe başlamasıyla gittiği her yerde , güzelliğiyle herkes tarafından aşık olunan , Gülbeşeker,İpekböceği gibi türlü isimler takılan biri olur.Hakkında dedikodular olur.Fakat o Kâmran’ı kalbinden atamamasına rağmen Kâmran ile evliliğine üç gün kala öğrendiği ; Kâmran ‘ ın başkasıyla birlikte olduğu haberi , Kâmran’a karşı nefret dolu olmasına sebep olur .Bu öyle bir nefrettir ki Kâmran’la ilgili olan herşeyden nefret duymaya başlar . Örneğin yeşillikten nefret etmesinin sebebi Kâmran ‘ın yeşil gözlü olmasından dolayıdır. Ama Kâmran’ı unutmak için de öğrencilerine , bulunduğu çevreye birşeyler kazandırmayı , gülmeyi öğretmeyi isteyen gönlü çok geniş birisidir. Ayrıca Feride Türk romanında ilk ideal kahramandır , bu yönüyle pek çok öğretmene direnç vermiştir.
Kâmran ise uslu ,okumuş , nazik birisi aynı zamanda Feridenin kuzeni . Kız ayağı gibi küçücük ayaklarında beyaz podüsüet iskarpinleri ,ipek çorapları,yürürken ince bir dal gibi sallanıyor zannedilen narin vücuduyla erkekten ziyade kıza benzeyen birisi . Fakat Kâmran Feridenin deyimiyle yere bakan yürek yakan cinsinden sinsi bir sarı çıyandır.Bayanlara karşı zaafı olan birisidir.Ama Feride’ye karşı daha farklı bir ilgisi vardır, Kâmran evlenmesine rağmen hala onu sevmektedir.
Munise küçük bir kızdır . Babası ihtiyar bir köy memuru olan ve üvey annesinden bayağı eziyetler gören bir çocuktur. Feride bu çocuğa karşı özel bir alaka duyuyor ve daha sonra köyün muhtarını aracı yaparak onu yanına alıyor ve beraber yaşıyorlar . Munise bembeyaz denecek kadar uçuk sarı saçlı , duru beyaz tenli , melek gibi güzel çehreli bir çocuk . Munise küçük yaşına rağmen görmüş geçirmiş gibi Ferideyle konuşuyor , Feridenin dert ortağı oluyor .
Müjgân Feride’nin kuzeni.Feride’den üç yaş büyük .Feride akraba çocukları arasında en ziyade onu seviyor.Müjgân Feridenin tam zıddı.Çok ağırbaşlı, ayrıca her istediğini yaptıran birisi.Romanın sonunda Kâmran’la Feridenin yeniden beraber olmalarını sağlamak için uğraşıyor.
Dr.Hayrullah Bey çok gün görmüş , temiz kalpli orta yaşın üstunde ihtiyar denecek birisi.Hastalara yardımcı olmayı amaç edinmiş , bu yüzden köy köy çağrıldığı yere hiç çekinmeden giden Dr.Hayrullah Bey Feridenin durumunu da en iyi bilen birisidir.
Ayrıca Mişel Fransız Kolejindeki arkadaşı , Hatice Hanım Zeyniler Köyündeki okulda daha çok dini derslere giren birisi ,Besime Hanım ise Kâmran’ın annesi .

KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER:
Hem bir aşk hem de bir macera romanı olarak değerlendirilebilecek bu eser, günlük konuşma diliyle yazılmış ve bu yüzden geniş halk kitleleri tarafından beğeni kazanmıştır. Yazarın, olayları ülke gerçeklerinden ve eserin yazıldığı zamandan soyutlamadan ele alması sebebi ile, o zamanları göremeyen yeni kuşaklar için bir takım yabancılıklar görülebilir. Örneğin o zamanlarda çok popüler olan Fransızca terimler ve eski Osmanlıca kelimeler sıkça kullanılmıştır. Buna rağmen yazarın anlatımdaki sadelik ve akıcılık bu yabancı kelimelerin anlamlarını kendiliğinden ortaya koymakta, hiç olmazsa çok zor anlaşılacak noktalar bırakmamaktadır.
Tasvirlerin oldukça fazla olması, hatta kitabın önemli bir bölümünü işgal etmesi, okurun, kendisini olayların içinde gibi hissetmesini sağlamaktadır. Özellikle insanın ruh halini mükemmel benzetmelerle tasvir eden yazar, bunu yaparken tabiat güzelliklerini, tabiat olaylarını sıkça kullanmıştır. Mekân tasvirleri ise okuru adeta olayların içine alıp, o mekânlarda yaşatmaktadır.

 

Dostoyevski SUÇ ve CEZA

 

KİTABIN ADI
Suç ve Ceza
KİTABIN YAZARI F.M. DOSTOYEVSKİ
YAYINEVİ VE ADRESİ Oda Yayınları Beyoğlu / İSTANBUL
BASIM TARİHİ 1994
KİTABIN YAYIM MAKSADI Hayattaki Bazı Acı Ve Sıra Dışı Olayları İnsanlara Aktarmak
YAZARI:
1822’ de Moskova’ da doğdu. Koyu katolik olan bir ailenin oğludur.Babası doktordu.Hasta bir annesi vardı.Evleri babasının çalıştığı hastanenin bitişiğindeydi.Ama babası onun dış dünyayla, özellikle hastahaneyle ilişki kurmasını yasaklamıştı.Dostoyevski bu yüzden içine kapanık bir çocuk olarak büyüdü. Annesi ölünce babası içkiye düştü, oğluyla da ilgilenmedi. On altı yaşına geldiği zaman Petersburg’ daki mühendis okuluna gönderildi. Okuldayken babasının bir cinayete kurban gittiğini öğrendi. Bir daha da onun adını ağzına almadı. Bu arada hayallerinin ürünlerini vermeye başladı. Yarım yaratılmış insanların hikayesi olan “ insancıklar “ adlı romanını yazdı. Bundan sonraki dönemlerde aydınlarla birlikte hareket etti. Çarı devirip yerine cumhuriyet yönetimini getirmek için yapılan hareketlere katıldı.En sonunda tevkif edildi. Önce ölüm cezasına çarptırıldı, kurşuna dizilmek üzereyken cezası sürgüne çevrildi. Çarın emriyle Sibirya’ ya kürek mahkumluğuna gönderildi. Omak kalesinde ayakları zincire bağlı olarak dört yıl kaldı. Bundan çok etkilendi, ruhunda silinmeyecek izler meydana geldi. Bunun sonucu olarak sara nöbetlerine tutuldu. 1859 yılında Petersburg’ a yeniden dönme izni çıktı. Geçimini sağlamak için durmadan yazdı.Eserlerinde güçlü psikolojik çözümlemeler vardır.İnsan ruhunu kendi hayat tecrübelerini de katarak ustaca yansıtmasını bilmiştir.Çocukluğundan beri rüyalarını dolduran yoksul, merhamata layık, garip insanların romanlarını yazmaktan büyük zevk duyuyordu. Ölü Bir Evden Hatıralar,Ev Sahibesi, Budala , Karamazof Kardeşler, kumarbaz önemli eserleridir.

KİTABIN ÖZETİ:
Dört aydır evin kirasını verememişti. Evin sahibi onu mahkemeye verecekti. Uzun süreden beri hasta olmasına rağmen yaşlı Teteri kadının evine gidebilirdi. Daha önceki yüksüğe 1.5 Ruble veren kadın yeni getirdiği saate baktı ve “1.5 Ruble” dedi. Raskonikov kabul etmek zorundaydı çünkü kata çıkana kadar kimseyle karşılaşmamıştı. Yaşlı kadın, kız kardeşi ile beraber kalıyordu evde. Çok zengin olmasına rağmen, kız kardeşi hiç miras bırakmayacaktı. Kız kardeşini çoğu zaman döver, onun her işini takip etmesi gerektiğini düşünürdü.
Raskolnikov 1.5 Rubleyi aldı ve dışarı çıkıp bir meyhaneye gitti. Marmeladov yan masada oturuyor olmasına rağmen taşınıp sohbet etmekten kendini almamıştı. Marmeladov eşini çok seviyordu ve üç çocuğunu da; ama çok içyordu. O kadar ki ailenin geçimi için Sonya fahişelik yapmak zorunda kalmıştı. “Ne kadar fedakar bir kız bu Sonya” diye düşünmekten kendini almamıştı. Raskolnikov Marmeladov ‘un evine gittiklerinde eşi haykırışla onları yumruklamaya başladı. Hep içiyordu ve evdeki 20 Rubleyi götürüp içkiye vermişti. Marmeladov Raskolnikov cebindeki 50 Kapik’i oraya bırakarak uzaklaştı. Eve geldi, yorgundu. Nastasya bir mektup getirdi. Raskolnikov heyecanla okumaya başladı mektubu. Annesinden gelmişti mektup. Annesi kız kardeşi Dunya’dan bahsediyordu. Dunya, Luzhin adında çift memurluğu olan 45 yaşındaki biriyle evlenecekti. Hem Luzhin onların eşyalarıyla beraber Petersbur’ga gelmesi için yardım edecek, gelmelerini sağlayacaktı. Annesi, 60 mil ötedeki tren yoluna gitmek için bir araba ayarladığını, trende ise 3 ncü sınıfta güzel bir yolculuk yaptıktan sonra Petersburg’a gideceklerini ve onu çok özlediğini yazıyordu.
Raskolnikov “Bu evlilik olmayacak” diye düşündü. Dışarı çıktı ve birkaç saat dolaştıktan sonra yorgun düşüp bir yerde uyukladı. Kötü bir rüya gördükten sonra uyandı. Eve gitti. Saat 7’ye yaklaşıyordu. Saat uygundu. Aşağıdaki baltayı alacak kimseye gözükmeden yaşlı tefeci kadının evine gitti. İçeri girerken onu kimse görmemişti. 2 nci katta boya yapan adamlarda onu yukarı çıkarken görmemişlerdi.
Tefeci kadının evine girdi ve ona bir kültablası uzattı. Kadın kültablasına bakarken baltayı kafasına indirmişti. Kadının ölü bedeni yerde yatıyordu. İçeri daldı ve dolaptan sadece rehin verilmiş, birkaç parça altını cebine aldı. Yaşlı kadının kız kardeşiyle içeride karşılaştı. Kızın şaşkın bakışları altında baltayla onu da öldürdü. Doğrusu bir kişinin toplumdaki binlerce kişinin refahı ve mutluluğu için ölmesinin bir zararı yoktu. Üstelik bu tefeci kadın çok kötü biriydi. Kapıda birkaç kişi kapıyı vuruyorlardı. Hiç evden çıkmayan tefeci kadının, çıkacağı tutmuştu. Raskolnikov titriyor, dışarı çıkıp her şeyi itiraf etmek istiyordu ama yapmadı. Dışardakilerden biri kapının içeriden sürgülü olduğunu fark etti. Yaşlı kadına bir şey olduğunun farkına vardılar. İki kişi Kapıcıyı çağırmak için aşağı indi. Bu kaçmak için tam fırsattı, Raskolnikov kapıyı açtı, hızla merdivenlerden inmeye başladı, aşağıdan gürültü gelmeye başlayınca Raskolnikov boyacıların dairesinin kapısının arkasına saklandı ve kapıcı ile üç adam yukarı çıkınca o da dışarı çıkıp değişik bir yoldan eve gitti. Baltayı aldığı yere bıraktı. Çok korkmuştu ve titriyordu. Aldığı mücevherleri ve kıymetli takıları dışarıda bir yerde saklamayı ihmal etmedi.
“2 gün geçti hala uyanmadı” diye düşünüyordu Üniversite arkadaşı Razumikin. Doktor Zozimov hastalığı atıp kendisine geleceğini söylüyordu. Ama Raskolnikov uyanınca arkadaşını ve doktoru isteksiz bir vaziyette evden kovdu ve dışarı gidip bir bara oturdu. Eski gazeteleri okurken yanına gelen bir polis memuru melenkolik ve deli bir ruh haliyle cinayetten bahsedip, üstü kapalı her şeyi anlattı. Korktuğunu, endişelendiğini hiç hissettirmedi.
Ertesi gün eve geldiğinde annesi ve kız kardeşi Dünya’ nın kendisini beklediklerini gördü. Çocuğun halini gören anne şaşkınlıkla titriyordu. Onu ertesi gün bay Luzbinin geleceği görüşmeye çağırırken korkmuştu. Ertesi gün bay Luzbin onları ziyaret etttiğinde, Raskolnikov haklı çıkmanın gururu ile gülüyordu. Bay Luzbin kız kardeşi çok aşağılamış, onların fakir bir aile olduğunu değerlendirerek fazla istekte bulununca evden kovulmuştu. Hemen ardından Raskolnikov “elveda” diyerek evden ayrıldı. İnanamıyordum. Annesi oğlunun bu tavırla doğrusu ağlamaktan başka yapacak bir şeyleri yoktu. Raskolnikov melenkolik halde evi terkederken her nasılsa arkadaşı Ramuskin’e onları emanet etmeyi de ihmal etmemişti.
Bay Marmeledov’un cenazesi için evine gittiğinde Sonya’da oradaydı Sonya’ya karşı inanılmaz bir his içindeydi. Ailesi için Sonya’nın yaptığı fedekarlık onun gözlerini büyülemişti. Birkaç gün boyunca Sonya’yı düşündü ve fırsat buldukça onunla konuşmaya çalışarak geçirdi vaktini.
Polis memuru porifiri Raskolnikov’un (Mihailovis adında genç biri cinayeti işlediğini itiraf etmiş olmasına rağmen) cinayet işlediğini biliyor ve onun psikolojik durumunu bildiği için, itiraf etmesi için onu sıkıştırıyor ama tutuklamayacağını söylüyordu. Cinayeti işlediğini Sonya’ya itiraf etmişti. Sonya’da Raskolnikov’a “gidip teslim olmasını, yere kapanıp Allah’tan ve insanlardan özür dilemesini” istiyordu.
Sonuç olarak Raskolnikov vicdanının verdiği acıya dayanamayıp suçunu polise itiraf etti. 1.5 yıldır Sibirya’daydı Raskolnikov. Petersburg’ a, Razumukin ve kardeşi Dunya evlenmişlerdi. Mahkeme Raskolnikov’un iyi hali, parayı kullanmadığı, daha önceki yaşamında verimli bir üniversite öğrenimi yaptığı, fedakar kişiliği ve kendi kendine teslim olmasından dolayı, çok az bir cezayla 8 yıl kürek mahkumiyetine çarptırıldı. Raskolnikov’u Sonya her gün ziyaret ediyordu. Sibirya da ailesi ile sürekli mektuplaşan Sonya, Ramuzkin ve Dunya’nın tek haber kaynağıydı. Raskolnikov,Sonya’nın sevgisi ile hayata bağlandı ve geleceğin planlarını beraber hayal etmeye başladılar.

ESER HAKKINDA:
Suç ve Ceza Dostoyevski’ nin engüzel eserlerinden biridir. Romandaki ana düşünce, başkalarına yapılan suçun cezası mutlaka çekilir esasına dayanmaktadır. Rusya’ nın büyük şehirlerinden birindeki yoksul halkın hayatı dile getirilmektedir. Bu romanını paraya duyduğu ihtiyaç nedeniyle yazdı. Eseri yazmaya başladığı zaman karısı ağır hastaydı.Karısının başucunda beklerken bu şaheserini yarattı. İlk kez, 1886 yılında yayımlandı. Romanın kahramanı Rodion Raskolnikov’ un Rus Faust’ u olduğunu söyleyenler var .Ortak yönleri ikiisnin de yoksul öğrenci ; gururlu ve ihtiraslı olmalarıdır. Her ikisi de üstün zekalarından ötürü duydukları gururla suç işlerler.Kendilerine bağlı bir kadının aşkı ile doğru yolu bulurlar.

 

Kara ok

 

Kitap adi: Kara Ok
Kitap yazari: RL Stevenson
BASIM TARİHİ 1983

KİTABIN ÖZETİ :

Olaylar 1463 yılında ilkbahar mevsiminde Tunstall adlı bir köyde geçmektedir. Bu köy İngiltere’de bulunan küçük bir dağ köyüdür. Bu köy Sir Daniel himayesi altında Lancaster hanedanlığına bağlıydı. Halkın geliri topraklardandır. Bu gelirin çoğu Sir Daniel’e teslim edilirdi.

Derebeylik, kilisenin etkisi ağır basmaktaydı. Toprak kavgaları devam etmekteydi. İngiltere’de uzun yıllardan beri tahtı ele geçirmek isteyen York ve Lancaster hanedanları savaş durumundaydı. York hanedanının bayrağında bulunan beyaz gül ve Lancaster hanedanlığının bayrağındaki kırmızı gül onların simgesi olarak kullanılmaktaydı.

Derebeyi (Sir Daniel) diğer derebeyleri ile toplantı için şatodan ayrılmıştı. O gün şatonun idaresini yaşlı komutanı Bennet ve kahyasına bırakmıştı. Şatonun çanları hiç alışkın olmadık şekilde çalındığında köylüler tedirginlik içinde toplandılar. Şatoya gelen haberci herkesin silahlanmasını istemiş savaşa katılan herkese para verileceğini iletmişti. Birliğin yönetimi yaşlı komutana bırakılmıştı.

Ertesi gün yola çıkılmıştı. Ormanlık bölgeden geçilirken gelen bir ok yaşlı köylüyü yere yıktı. Bu ok siyah bir oktu. Papaz Oliver ve adamları köylüyü alıp evine götürdüler. Çeşitli hilelerle topraklarını paylaştılar. Köyde bu tarz olaylar sürekli olmaktadır. Ertesi gün kilisenin kapısında birisinin bir şey koyduğu görüldü. Koyan kişi kaçarken şövalyeler onu vurdular. Vurulan kişinin üzerindeki notta “dört kara okun var; başıma gelen dört belanın karşılığı bu oklar dört alçak için : Birincisi hedefi buldu. İkincisi Bennet (ihtiyar komutan), üçüncüsü papaz, dördüncüsü Sir’dür”. Bu not onlar üzerinde büyük bir korku endişe yaratmıştır.

Bu arada köyde olaylar, Sir ve adamlarının baskısı, papazın etkisi köylüye zulüm sürüp gitmektedir. Bu durum karşısında halktan birtakım kişiler birleşerek çete oluşturmaya başlamış; giden toprakları geri almaya, yapılan bu kanunsuz işlere son vermek için yemin etmişlerdi.

Sir Daniel bu durumlar karşısında eski bir dostundan yardım ister ve ona karşılık olarak toprak para vs. teklif eder.

Dick korucusunun sürekli olarak papazla olan yakın ilişkisinden şüphe duymaktadır. Çünkü babasının öldürülmüş olmasından papazın sorumlu olduğunu düşünmektedir. O gece Dick’in odası değiştirilir, hiç kullanılmayan bir odaya yerleştirilir. (Bu oda halkça hayaletli oda diye anılmaktadır.) Dick gece yatmaya hazırlanırken odaya bir kız gelir. (Jean) Öldürüleceğini söyler. Dick bu kıza ilk görüşte aşık olmuştur. O anda odaya düşmanları gelir ve Dick kaçmak zorunda kalır. Kaçarken yaralanmıştır. Onu yaralı olarak babasının eski arkadaşları bulur ve düşmana karşı beraber savaşırlarsa onları yeneceklerini söyler. Dick’in sevdiği kız şatoda esir kalmıştır. Başka bir hanedanla evlendirilecektir. Bunu duyan Dick onu kurtarmak için planlar yapar, tesadüfen papazın konuşmalarından babasını Sir Daniel’in öldürüldüğünü öğrenir. Böylece ona karşı bir düşmanlık başlamıştır. En sevdiği güvenilir adamı kanunsuz kendisini “Kara Ok” çetesinin lideri olduğunu “Kara Ok”uda yaptıkları eylemlerde bir imza gibi kullandıklarını söyler.

Dick ve adamı kanunsuz bir keşiş kıyafeti ile nişanlısının pek yakında evlendirileceği şatoya doğru yola koyulurlar. Şatoya vardıklarında buldukları bir mektup çok önemli bulgular içermektedir. Bu mektupta hainler ele veriliyor. Olaylar açıkça anlatılıyordu. Nişanlısı o gün evlenecekti. Dick telaş içinde kiliseye yöneldi. Papaz Oliver onu görünce hemen adamlarına işaretle Dick’i yakalatır ve yapmış olduğu birçok olayın sorumlusunun kendisinin olduğu, ve daha bir çok suçu ona yükler. Bu karmaşalık sırasında orada bulunmakta olan bir Lord bu olaylara şahit olur. Böylece cezasının verilmesini emreder. O zaman Dick üzerindeki mektubu Lord’a iletir. Bu mektup onun kurtuluşudur.

Sir Daniel’e karşı savaş açılmış ve kazanılmıştı. Sonuçta Dick sevdiği kız olan Jean’la yaşamlarını birleştirdiler.

 

BEYAZ LALE

 

Kitap adi: Beyaz Lale
Kitap yazari: Ömer Seyfettin
BASIM TARİHİ 1976

KİTABIN ÖZETİ:

Balkan Savaşı sırasında, Bulgar asıllı bir binbaşı tarafından, Türk köylerinde özellikle kadın ve kız çocuklarına yapılan işkenceler bütün gerçeğiyle gözler önüne serilmiştir. Ayrıca buradaki Türkleri vaftizleyip Hristiyan yapıldıktan sonra nasıl öldürükleri anlatılmaktadır.Amaçları özgür bir Bulgartoplumu yaratmaktır.
Balkan Savaşından sonra bazı Türk köyleri bozguna uğramıştır.Bulgar asıllı binbaşı Radko Balkaneski’ nin bunda çok büyük payı olmuştur.Bu binbaşı Galatasaray Sultanisini bitirmiş,iyi tahsil görmüş bir kişidir.
Serez’ de bulunan Türkler oldukça zengindiler. Bu binbaşının amacı buradaki müslümanların kaçamayanlarını toplamak, ilk önce işkence ile kasalarındaki ve bankalarındaki paralar alınıp, bu paralar Bulgar mekteplerine verilecektir. Daha sonra Türkler vaftizlenip Hristiyan yapıldıktan sonra öldürülecektir.
Binbaşı Rako’ nun diğer bir amacı bu köylerdeki en güzel Türk kızını seçmektir.Binbaşıya göre 45 yaşı üzerindeki kadınlar ve 60 yaşı üzerindeki erkeklerin vaftizlenmesi uygun değildir. Genç bir Türk kadınının karnında on beş tane düşman taşıdığını düşünmektedir. Bu yüzden bir genç kadını veya bir kızı öldürmek on beş tane birden düşman öldürmek demektir.
Binbaşı Radko’ nun en büyük işkencesi insanları soyundurup, kasaturayla vücutlarını yararak ateşe atmaktır. Çünkü vücudu yarılrn insan ateşte çok çabuk yanmaktadır.
Bir gün binbaşı Radko köydeki 45 yaşı altı kadınları toplatıp bunlara işkence yapmaya karar verir. Kadınlardan soyunmalarını ister.Kadınlar bu istek karşısında inat ederler. Radko elinde çocuk bulunan bir kadının çocuğunu alır ve ateşe atar. Kadın bunun üzerine Radko’ nun boynunu sıkmaya çalışır. Ama komitalar buna engel olurlar.Kadını ellerinden tutarak karnını kasaturayla oyarak ateşe atarlar.
İşkencelerden en ünlüsü ise “canlı çukur” adını verdikleri tekniktir. İlk önce yere şişman bir kadın yatırırlar, onun üzerine beğendikleri diğer ikinci bir güzel kadını yatırırlar ve bu üstteki kadını alttaki kadına bağlarlardı. Bu kadının karnını kasatura ile oyarlardı.Kadın böylece bir iki saat içinde inleye inleye, kıvrana kıvrana ölmekteydi.
Bütün bu olaylar yanı sıra Binbaşı Radko bütün köyü gezerek köydeki en güzel Türk kızını seçmeye çalışmaktadır. Herkesten topladığı isimlerden en çok göze çarpanları Hacı Hasan Beyin kızı Lale Hanım, Müderris Ahmet Efendinin kızı Naciye Hanım ve Kadri Ağanın kızı İclal hanımdır.Bunlardan Lale Hanım beyaz, Naciye Hanım kumral, İclal Hanım ise esmer tenlidir.Bu kızlardan Lale Hanımı seçer.Ve onu dünya güzeli ilan eder.
Hemen Lale Hanımın bababsı Hacı Hasan Beyi yanına çağırır.Ona evlerini birkaç günlük için çarın oğlu ziyarete geleceğinden dolayı kullanacağını söyler.Ayrıca evde sadece kızı Lale Hanımın hizmetçilik yapmasını ve onun dışındaki herkesin evden ayrılmasını söyler.Hacı Hasan Bey bunu kabul eder.Hemen kızını evde bırakarak evden oğlu ve eşiyle birlikte ayrılır. Binbaşı Radko Hacı Hasan Beyin evine giderek kapıyı çalar.Lale Hanım kapıyı açmamakta ısrar eder.Radko kapıyı açmamakta ısrar eder.Radko niyetinin kötü olmadığını sadece çarın oğlunun gelerek bir kaç gün için evde misafir olacağını söyler.Lale Hanım buna inanmaz ve kapıyı açmamakta ısrar eder.Binbaşı Radko, tekrar niyetinin kötü olmadığını sadece evi birkaç dakikalığına gezip görmek olduğunu bütün nezaketiyle söyler. Lale Hanım sonunda dayanamayarak kapıyı açar.
Radko içeri girer ve Lale Hanımı tam kafasında hayal ettiği gibi bulur.Evin odalarını gezmeye başlarlar.Birkaç oda gezdikten sonra artık dayanamayarak Lale Hanıma taciz etmeye kalkar.Lale Hanım Radko’ nun bu hareketleri karşısında bütün gücüyle direnir.Radko zorla onu öpmeye çalışır.Onu kucaklayarak yatağa götürür.Lale Hanımın artık bu işkencelere dayanacak gücü kalmaz.Aklına bir fikir gelir.Artık çok sıkıldığını biraz hava alması gerektiğini söyler.Radko sonunda Lale Hanımın yola geldiğini düşünerek sevinir.Ona hava alması için izin verir.Lale Hanım açık pencereye doğru gider ve hiç düşünmeden kendisini pencereden aşağıya çalılıkların arasına bırakıverir.
Bunu gören Radko sinirinden ne yapacağını bilmez. Hemen pencereden aşağıya bakar.Lale Hanımın yerde cansız bir şekilde uzandığını görür.Koşa koşa yanına gider ve Lale Hanımın öldüğünü görür.Onu alarak tekrar yatağa götürür. Ölü olduğu halde, vücudunun daha sıcak olduğunu düşünerek ona tacie etmeye kalkar.Tam o sırada bir komita gelir ve aşağıdan Binbaşı Radko diye seslenir.Hemen apar topar aşağıya iner.Komita Radko’ ya durumu öğrenmek için geldiğini söyler.Bu arada Lale Hanımın cesedi soğumuştur.Ona hiçbir şey yapamadığı için sinirinden etrafı kırıp döker.
Balkan Savaşı sırasında, halk çok kötü işkencelere maruz kalmakta, eli kolu bağlı olması ve hiç kimseden manevi destek alamaması nedeniyle, zorla nasıl Hristiyanlaştırılıp öldürülmesidir.
Binbaşı Radko Balkaneski: Gayet zeki ve akıllı bir kişidir.Ama halka yaptığı zulüm ve işkence onun acımasız, duygusuz ve karaktersiz biri olduğunu bize göstermektedir.
Hacı Hasan Efendi : Maddi durumu iyi olan bir zattır.Halk tarafından sevilen iki çoçuğu ve eşiyle geçinip giden birisidir.
Lale Hanım : Tartışılmaz köyün engüzel kızıdır.Ailesi tarafından iyi yetiştirilmiş kültürlü bir kızdır. Yapılan bu işkencelere boyun eğmektense ölmeyi yeğler.

 

 

TEK SES İÇİN

 

Kitap adi: Tek Ses İçin
Kitap yazari: Susanna TAMARO
YAYINEVİ VE ADRESİ
BASIM TARİHİ 1998

KİTABIN ÖZETİ :

1. ÖYLE BİR ÇOCUKLUK :

Giovanni, annesi hemşire olan, annesinin sorumsuzluğu ve bir anlık düşüncesizliği yüzünden babasız doğan bir erkek çocuğudur. Babasını hiç tanımadığı için onun gizli bir casus olduğunu ve bir gün geri geleceğini düşünmektedir. Annesinin kendisine olan sorumsuzluğundan dolayı Giovanni hayatı hep tek başına tanımaya çalışmış ve bu yüzden birçok yanlış kararlar almıştır. Annesinin başka biriyle evlenmesi ve üvey babasının da sevgisizliği onu insanlardan daha çok uzaklaştırmış ve antisosyal bir kişiliğe itmiştir.

Bir yatılı okula gönderilen Giovanni, orada yaşadığı ahlak dışı ilişkiler ve annesine olan özlemi okuldan kaçmasına sebep olmuştur. Fakat döndüğünde ailede ona yer olmadığını görür ve tekrar okula geri gönderilir. Kardeşinin doğumu ile bazı şeylerin değştiğini düşünerek tekrar okuldan kaçıp eve döndüğünde her şeyin daha da kötüye gittiğini görür. Babasının kendisini ve annesini dövmesine dayanamayarak onu öldürmeye teşebbüs eder ve evden kaçar. Sonu kendisi gibi olabilecek, ilgisiz büyüyen çocukları öldürmeye başlar.

2. KARLAR ALTINDA :

Emanuela varlıklı bir ailenin tek kızıdır. Ailesi açık görüşlü ve kızlarına karşı sorumluluklarının bilincindedirler. 16 yaşında iken 30 yaşındaki bir askeri doktorla tanışır ve ailesinden gizli görüşmeye başlar. Sevgilisinin ona ettiği vaatler ve sevgisine inanarak birlikte olur, hamile kalır. Fakat güvendiği erkek onu terkedince olayı ailesine açıklamak zorunda kalır. Ailesi çocuğu istememekte, ama o ise daha çocuk doğmadan ördüğü mavi elbise ile onun dünyaya geleceği zamanı bekler. Fakat ailesi çocuk doğunca onu başka bir aileye evlatlık olarak verir. Emanuela bu olaydan sonra çocuğunu aramaya başlar. Annesinin ölümüyle kalan miras onu rahatlatır ve bu parayla oğlunu araması için bir dedektif tutar. Bu arada yakalanmış olduğu hastalıktan dolayı yorgun ve bitaptır. Öleceği haberi ile birlikte oğlunun bulunduğu haberini de aynı anda alır. Oğlunu gizlice izler fakat kendini tanıtmaya cesaret edemez. Ona sadece çok değer verdiği mavi elbiseyi hediye etmekle yetinir.

3. TEK SES İÇİN :

1 nci Dünya Savaşı sıralarında tanıştığı ve evlendiği devrimci eşine ve hayatta tek sahip olduğu çocuğu Serena’ya bağlılığını anlatan yaşlı bir kadının hikayesidir. Kadın, içinde iki türlü insan taşımaktadır. Birisi kızı gibi genç olup onunla daha iyi anlaşabilmesini ve onu anlamasını isterken, diğeri ise onun yaşlı olduğunu ve tüm bunları gerçekleştirmenin imkansızlığını hatırlatmaktadır. Yaşlı kadının eşi uzun yıllar süren savaş ve devrim mücadelesinden bile yılmamış ve azmi kırılmamış olarak çıktığı halde kızıyla olan iletişim mücadelesine yenik düşer, evinden kopar ve bir gün ölü olarak bulunur. Kızları Serena da tüm bunlara rağmen kendi verdiği karalarca yaşamaya çalışırken hayatını kaybeder. Kadın kızıyla hiçbir zaman iletişim kuramamasını içindeki genç ve yaşlı ruhun çatışmasına bağlar.

4. YİNE PAZARTESİ :

Dorrie avukat bir baba ve yazar bir annenin üvey kızıdır. Onu çöplükte bulmuş ve yanlarına almışlar, kendi çocukları gibi benimseyip büyük bir özveri ile yetiştirmişlerdir. Dorrie ise gerçek anne ve babasının kim olduğunu bilmediğinden her zaman içine kapanık ve diyalog bozukluğu çeken bir çocuk olmuştur. Ailesinin ona karşı olan açıksözlülüğü kendisini ters etkilemiştir. Annesi çocuk kitapları yazdığı için çocuklara hep sevgi beslemiş ve onlara hep güzel olan şeyleri göstermeye çalışmıştır. Babası ise işini herşeyden önde tutan fakat ailesine de bağlı olan birisidir. Annesi, yazacağı bir kitap için Dorrie’nin hayatını seçmesi ve ondan yardım istemesi sonucu onun iç dünyasını daha iyi tanır ve çocuklara her zaman açıksözlü davranmanın onlarda ters etki yapabileceğini anlar.

5. LOVE :

Vesna, doğuştan tavşan dudak rahatsızlığı olan on yaşında bir kız çocuğudur. Ailesi onu iki battaniye karşılığı çingenelere satmıştır. Vesna akşamları eve gelirken iyi para getirirse yemek yediği, aksi halde dövüldüğü bir ortamda büyümek zorunda kalır. Hayallerinde hep küçükken gittiği nehir vardır. Onun dilendiği yer de nehrin üstünde, üzerinde taştan melek heykellerinin bulunduğu bir köprüdür. Orada gördüğü beyaz gömlekli bir adama aşıktır, onun bir gün gelip kendisini kurtaracağını hayal etmektedir. Üvey babasının tecavüzüne uğramasından sonra hayatı değişir. Aradığı ve beklediği adama benzer biriyle yaptığı evlilikten de bir çocuk sahibi olur. Artık kendisinin de bir aile sahibi olacağına inanırken hayallerindeki adamın kocası olmadığını anlar. Yaşının küçük olmasına rağmen tek sevinci olan çocuğunu dünyaya getiremeden kaybeder.

SİMYACI

 

Kitap adi: Simyacı
Kitap yazari: Paulo Coelho
BASIM TARİHİ 1999

KİTABIN ÖZETİ:

Romanın kahramanı Santiago’nun anne ve babası rahip olması için onu papaz okuluna göndermiştir. On altı yaşına geldiğinde rahip olmak istemediğini, okuldan ayrılmayı ve gezginci olmak istediğini babasına söyler. Bunun üzerine babası da, oğluna içinde üç adet altın İspanyol parası olan bir kese vererek oğluna “git, kendine bir sürü al ve en iyi şatonun bizim şatomuz ve en güzel kadınların bizim kadınlarımız olduğunu öğreninceye kadar dünyayı dolaş” der ve oğlunu kutsar. Önce, babasının vermiş olduğu parayla bir koyun sürüsü alır ve yaşamının büyük düşünü gerçekleştirmeye başlar; artık geziyordur.

Akşam yattığında uykusunda gördüğü rüyaların da etkisinde kalarak; gördüğü bir düşün gerçekleşme olasılığının yaşamını ilginçleştireceğini düşünür ve o şekilde hareket eder. Romanın ana konusunu teşkil eden Mısır Piramitleri’ne gitmesi ve orada hazine bulacağı ona rüyasında söylenir. Romanın kahramanı, rüyasını gerçekleştirmek için önce bir falcı kadına rüyasını anlatır. Falcı kadın Salem kralı olarak tanıtan yaşlı adamla konuşur, kendi amaçlarını anlatır. Yaşlı adam, hayatın gizemleri hakkındaki bilgiye karşılık Santiago’dan sürüsünün onda birini vermesini ister. Yaşlı adam, Santiago’ya biri beyaz diğeri siyah olmak üzere iki adet gizemli taş verir ve siyah olanı “evet”, beyaz olanı “hayır” anlamını taşıyan bu taşları “zora düştüğün zamanlarda kullanırsın ancak kendi kararını kendin vermeye çalış” der.

Mısır’a gitmek için önce koyun sürüsünü satar ve parasını cebine koyarak yola çıkar. Arap çocuğu ile tanışır, beraber pazara giderler. Fakat Arap paralarla birlikte kaçarak Santiago’yu bu şehirde parasız pulsuz bırakır. Bunun üzerine Santiago para kazanmak için bir billuriyeci dükkanında çalışmaya başlar. 6 ay kadar burada çalıştıktan sonra Santiago yeterli parayı kazanarak tekrar yola koyulur. Yolda bir İngiliz’le karşılaşır. Yolda karşılaştıkları güçlüklerde kendi kişisel menkıbelerini aramak üzere yola çıktıklarını söylerler.

Santiago, yüreğinin söylediklerini dikkatle dinleyerek çölde ilerlemesine devam eder. Karşılaştıkları güçlükler karşısında hep kendi kişisel menkıbesine güvenir ve sonunda kumullar tepesine ulaşır. Piramitler, bütün görkemiyle karşısında yükseliyordur. “Gerçekte kendi kişisel menkıbesini yaşayan kimseye karşı hayat cömerttir” diye düşünür. Sabah uyandığında gerçekten bulunduğu yeri kazmış ve içi mücevher dolu bir sandık bularak rüyasında gördüğü ve Mısır’a piramitlere kadar gidip bulmayı arzuladığı hazineye kavuşmuştur.

 

 

AY BATTI

 

KİTABIN ADI AY BATTI
KİTABIN YAZARI JOHN STEINBECK
YAYINEVİ BİLGİ YAYINEVİ
BASIM YILI 1990
1.KİTABIN KONUSU:

Steinbeck bu romanda değişik bir konuyla çıkıyor karşımıza .Savaşın insanı hem fiziksel hem de ruhsal açıdan nasıl eritip bitirdiğini, tükettiğini büyük bir ustalıkla anlatıyor.Tutsak edenlerle edilenlerin neden savaştığını ne zamana dek savaşacağını kestiremeyen insanların içine düştüğü çıkmazı başka bir deyişle savaştan çok savaşanları insancıl bir yaklaşımla ele alıyor.
2.KİTABIN ÖZETİ:
Bir sabah kasabanın delikanlıları, kasabanın dışındaki Corell’in evindeki
atış yarışmasında toplanmıştı. 400 yıldır barışın olduğu bu kasaba, halkı özgürlüğüne düşkün ve kömür madeniyle geçimini sağladığı şirin bir yerdi.
Herkes kasaba yakınlarına paraşütle inen alman askerlerini görünce şok olur. Corell’in evindeki 12 asker duruma müdahele etmek için kasabaya koşarken pusuya düşerek altısı ölür. Üçü yaralanır ve diğer üçü de kaçar. 250 alman askeri ve 6 subay artık kasabayı ele geçirmiştir. Başlarında Albay Lanser’in bulunduğu birliğin görevi, kömür madenini işletmek ve çıkarılan kömürleri liman vasıtasıyla Almanyanın içlerine yollamaktır. Albay Lanser ve kurmayları (diğer beş subay ) belediye başkanının evine yerleşerek kasabayı kontrole başlar. Bu esnada Corell’in bir hain olduğu anlaşılmış ve kasabalı tarafından dışlanmıştır. Bu işbirlikçi ise Albay Lanser’den belediye başkanı olmayı ister. Ancak Albay bunu kabul etmez. Ilk direniş, madende kendisini zorlayan Alman Yüzbaşı Loft’e saldırırken araya giren Teğmen Prackle’I öldüren Alex tarafından olur. Alman X-12 talimnamesine göre derhal mahkeme kurulur ve idam edilir. Halk tarafından çok sevilen alex’in öldürülmesi, düşman askerleri ile halk arasını açar. Madende işler yavaşlar. Baskı bir süre devam eder. Kasabanın gençleri İngiltereye birer birer kaçar. Almanlar bunu engellemek için halkın yiyeceğini karneye bağlar ve çalışmayanların ailesine yiyecek vermez. Halk yalnız yakaladığı askaerleri öldürmeye başlar. İngiliz uçakları köprü ve madenleri bombalamaya devam etmektedir. Belediye başkanının ahçısı Annie vasıtası ile öldürülen Alex’in evinde dul karısının yardımıyla belediye başkanı kaçan gençlerle buluşur ve onlardan yardım isteklerinin iletilmesini ve İngiliz’lerden patlayıcı maddeler yollamasını ister. Halkını düşünen belediye başkanı direnmesini kırmamaktadır.
Bir sabah küçük paraşütlerle mavi kaplı küçük paketler atılır. Çok akıllıca dizayn edilmiş bu paketlerin içinde çok lezzetli bir parça çikolata, küçük dinamit ve bir de bu dinamitin nasıl kullanılacağını anlatan sarı bir kağıt bulunmaktadır.Çocuklar bu kutuları hızla bulup çikolataları yedikten sonra dinamitleri anne ve babasına götürürler. Askerler durdurmak için ne kadar çabalasalarda başarılı olamazlar. Belediye başkanı ve sadık arkadaşı Dr. Winter’dan askerlere yardımcı olması istenir. Buna karşılık çok sert bir konuşma yapan Belediye Başkanı ve Dr. Winter mahkemeye verilir. Albay Lanser son kez yanlarına giderek ikna etmeye çalışırken dışarıdan patlama sesleri hala gelmektedir.

3.KİTABIN ANA FİKRİ:
İnsanların özgürlüğünü silah zoruyla elinden alınamayacağını ve savaşın iki taraf için de büyük bir kayıp olduğunu kitabın ana fikri olarak kabul edebiliriz.

4.KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRMESİ:
Belediye Başkanı Orden: Babası gibi kendiside yıllrdır belediye başkanlığı yapıyordu. Kalın, gür bıyıklı, beyaz saçlı biridir. Evli ve iki çocuk babasıdır.
Albay Lanser: Orta yaşlı, kır saçlı, sert bakışlı ve yorgun görünüşlü, dik ve geniş omuzlu bir subaydır. İşgal birliklerinin komutanıdır.
Dr. Winter: Kasabanın doktoru ve tarihçisidir. Kendi halinde, iyi yürekli,sakallı, güngörmüş, kasabanın ileri gelen insanlarındandır.
Yüzbaşı Loft: Askerlik hayranı olan ve askerliği canlılar içindeki en gelişmiş evre olarak gören ve bütün kadınların üniformaya vurgun olduğunu düşünen bilgili bir subaydır.
Annie: Belediye Başkanının ahçısıdır. Kırk beş yaşlarında, biraz aksi bir kadındır.
George Corell: kasabaya çok yararı olmuş önde gelen bir tüccardır. Sonradan almanlarla işbirliği yaparak onlara istihbarat sağladığıu anlaşılan menfaatçi bir haindir.

5.KİTAP HAKKINDAKİ ŞAHSİ GÖRÜŞLER:
Kitap çok açık bir dille yazılmış olup, cümleler basittir. Ama çok sürükleyici bir eserdir. Bütün arkadaşlarıma tavsiye ederim. Kitaptaki askerlik mesleğiyle ilgili bazı taktikler ileride bize yardımcı olabilir.


6.KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ:
1902 yılında doğdu. Küçük yaşlarda çiftçilik yaptı. 27 yaşında ilk romanı “Altın Kadeh” i yazdı. John Steinbeck’in yapıtları, imgelereden bolca yararlanan, sanatsal yapıtlar olmaktan çok yüzyılın başında önemli toplumsal değişimler yaşanan topraklarda, toplumsal gerçekliğin ayrıntılı bir gözleme dayanan gerçekçi yansıtılışıdır. 1968 yılında öldü.

 

 

BEYAZ DİŞ

 

KİTABIN ADI BEYAZ DİŞ
KİTABIN YAZARI JACK LANDON
YAYIN EVİ VE ADRESİ ROMAN ODA YAYINLARI
BASIM YILI MART 2001


KİTABIN KONUSU:
İlkel bir dünyaya kavuşmak için uygarlıktan kaçacağı yerde, insanların aasına katılmak için ormanı terk eden vahşi bir köpeğin acı, buruk, şaşılası bir yaşamı anlatmaktadır.

KİTABIN ÖZETİ:
Karanlık ladin ağaçları ormanı, donmuş nehrin her iki yakasında yer alıyordu. Arazi öylesine cansız, ıssız ve soğuktu ki hüzün kelimesi bile onu tanımlamada yetersiz kalıyordu. Sessizlik her yanı sarmıştı.
Ama yine de bu uzak yabani topraklarda dirençli bir yaşam vardı. Görünümleriyle kurttan farksız bir köpek sürüsü donmuş nehir boyunca ilerliyordu. Hayvanların sık tüylü postları buz tutmuştu. Solukları havayla karışınca buharlaşıyor, sonra incecik buz taneciklerine dönüşüp tüylerine yapışıyordu. Deri koşumları, yine deri kayışlarla peşleri sıra sürükledikleri bir kızağa bağlanmıştı.
Gece olunca köpeklerlerden biri kaybolur. Günden güne de kabolmaları devam etmektedir. Sahiplerinden Bill kurt sürüsünü ürkütmek ve hıncını onlardan almak için onları vurmaya kara verir. Ama bu onun sonu olur.
Daha sonra dişi kurt ve diğer sürünün üyeleri başka bir kızak grubunun geldiğini fark edince onların peşini bırakırlar. Sürünün diğer üyeleriden olan Tek göz ve Genç kurt dişi kurtla birlikte olabilmek için bir mücadeleye girişirler. Bu mücadeleyi Tek göz kazanır. Dişi kurtla birlikte dört adet yavruları olur. Yavru kurt mağradan çıkmadığı ve dünyayı tanımadığı için çok toydur. Ama daha sonra mağradan çıkar ve tehlikeli dünyayı kendi gözleriyle görür. Kıtlık zamanı vaşak yavrularını yerler fakat annesiyle dişi kurt ve beyaz diş dövüşmek durumunda kalırlar. Bu dövüşü vaşak hayatını kaybederek öder. Bu olaydan sonra ise dişi kurt’un yani “kishe”nin sahipleri gelir ve beyaz dişi ve annesini kamplarına götürürler. Beyaz diş günden güne daha vahşileşir ve Lip lip’in ve kamptaki diğer köpeklerin öfkesini üstüne çeker. Bunun sebebi ise babsının bir kurt olmasıdır. Kampta gün geçtikçe Beyaz diş’in ünü git gide yayılır. Yalnız bu ün kötü bir ündür. Çadırlardan balık, et vb gibi yiyecekleri çalar, diğer köpeklerle boğuşur, oları kimi zaman öldüresiye döver. Kampta beliren kıtlıklerda kampı terk eder ve kıtlık bitene kadar oraya uğramaz. Böyle yapmasının nedeni ise kaptaki insanların aç kalınca köpekleri de yemeleridir. Bir gün Beyaz Diş ile Kishe ayrılmak zorunda kalırlar. Beyaz Diş annesinin ardından gitmeye kalkar ama sahibi Gri Kunduz gitmesine izin vermez. Daha sonra ise Gri Kunduz elindeki malzemeleri satmak için kuzey ülkesine gider ve yanında Beyaz Diş de vardır.
Kuzey ülkesi sınılı yaz aylarında altın arayıcılarının gözde yerlerinden biri olmuştur. Buraya yüzlerce altın arayıcısı gelir. Bu umt ülkesin de Gri Kunduz elindeki malları satarak iyi bir gelir elde eder. Beyaz Diş orada da rahat durmaz. Alltın aramaya gelen kişilerin narin, zayıf, korkak köpeklerine derslerini verir. Beyaz Diş’in bu durumunu gören kuyzey ülkesinin yerlilerinden Güzel Smith bu halini Gri Kunduz’a onu kendisine satması için konuşur. Gri Kunduzun karalı tutumu karşısında ise taktik değiştirerek Gri Kunduz’a içki verir ve onu alıştırır. Bir aya kalmadan Güzel Smith Gri Kunduz’un elinde ne varsa ne yoksa hepsini alır ve verdiği içkilerin parasına karşılık Beyaz Diş’I ister. Mecburen Gri Kunduz bu isteği yerine getirmek zorunda kalır.
Beyaz Diş Güzel Smith’i ilk gördüğünden beri hiç hoşlanmamaktadır. Üç defa kaçma girişiminde bulunur ama yine Güzel Smith kaçan köpeği Gri Kunduzdan tekrar alır. Bu arada da öfkesi ve diğer canlılara karşı olan düşmanlığı giderek artar. Eski sahibini kendisini verdiği için ona karşı nefret duyuyordur. Yeni sahibi ise onu günden güne daha da kızdırır ve onu köpek dövüşlerine çıkarır.
Beyaz Diş karşısına çıkan bütün rakiplerini teker teker öldürür. Dövüşlerde başka şansıda yoktur. Sadece yenen hayatta kalır diğerinin ise oradan ölüsü çıkar. Beyaz Diş yine bir dövüşte yalnız bu seferki zorlu bir rakip olan bir doberman cinsi köpekle dövüşür ve bu köpek onu gafil avlar. Doberman Beyaz Diş’in can alıcı bölgesi olan boğazını kapar. Beyaz Diş ne yaptıysa onun elinden kurtulamaz. O civardan geçmekte olan kızaklı iki kişi Beyaz Diş’in yardımına koşarlar. Onu sahibinden az bir para karşılığı zorla alırlar. Güzel Smith Beyaz Diş’i vermeyi ilk başta kabul etmese de sonunda razı olur ve onu satar.
Beyaz Diş yeni sahibi olan Scott’i ilk başta kabul etmez. Kendisini cezalandırmalarını bekler. Halbuki Scott Beyaz Diş’in bu haliyle yaşayıp yaşamayacağını düşünür çünkü Beyaz Diş fazla hırpalanmış, boğazında yarası vardır. Buna rağmen Beyaz Dişyaşamayı başarır ve yeni sahibinin sevgisi sayesinde yavaş yavaş uysallaşmaya başlar. Beyaz Diş sahibinin evini koruyup gözetlerken sahibi ise onun bakımını üstlenmiştir.
Gün gelir Scott işi gereği Kaliforniya’ya ailesinin yanına gitmeye karar verir. Ama Beyaz Diş sahibinin ilk gitme girişiminden tecrübe alarak onun kendisini tekrar terk edeceğini sezer. İstediği gibi sahibiyle birlikte ailesinin yanına gider. Oradaki kurallara çabuk alışır. Diğer köpeklerle kavga etmez, tavukları yemez, başka issanlara saldırmaz, eğer hırsız değillerse tabii.
Haberlerde Scott’ın babasının mahkum ettiği bir katil hapisten kaçar ve zanlı Scott’ın evine girer. Ev halkı o gece büyük bir gürültü ve iki el silah sesiyle uyanırlar. Salona girip baktıklarında Beyaz Diş’in yaralı olarak yattığını katilin ise boylu boyunca kanlar içinde yere serili bulurlar. Beyaz Diş’i hemen veterinere götürürler. Doktor ameliyata alınması gerektiğini fakat bu durumda ameliyat iyi geçse dahi yaşayamayacağı kanısındadır. Lakin Beyaz Diş’in yaşama gücü bu vahim durumunda devreye girerek onun hayatta kalmasını sağlar ve eşi olan kangal köpek ve yavruları ile birlikte olayların yorgunluğu yüzünden güneşin ılıklığında derin bir uykuya dalar.

KİTABIN ANAFİKRİ:
Hayattaki zorluklara karşı ne olursa olsun elimizden gelenin en iyisini yapmamız gerektiğini ayrıca doğadaki her canlının vahşiş bile olsa sevgiye muhtaç olduğunu aşılamaktadır.

KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:
Beyaz Diş: Zeki, çevik, vahşi,
Kische: Beyaz Diş’in annesidir.
Tek göz: Beyaz dişin babasıdır.
Lip Lip: Beyaz Diş’in kamptaki peşini bırakmayan düşmanıdır.
Gri Kunduz: Beyaz Diş’in ve annesinin sahibi aynı zamanda güçlü, adil, cesur bir insandır.
Matt: Scott’ın yardımcısıdır. Beyaz Diş’in ilk başta sevmediği fakat sonra onun iyi bir insan olduğunu fark ettiği bir kişidir.
Scott: Beyaz Diş’in en son sahibidir. Beyaz Diş ondan sevginin ve koşulsuz itaatin ne olduğunu öğrenmiştir.

KİTAP HAKKINDAKİ ŞAHSİ GÖRÜŞLER:
İnsanın insanla ve doğayla olan mücadelesini destansı boyutlara ulaştırmıştır. Okumanızı tavsiye ederim.

KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ:
Çocukluğu ve gençliği, onu denize bağlayan Batı Kıyısı'nda geçti. Ortaokuldan sonra okulu bıraktı, ama kendini yetiştirmeyi bırakmadı. Tam bir kitap ve kütüphane kurduydu. Bu arada adını Jack olarak değiştirdi. Beş yıllık bir aradan sonra, 19 yaşında liseye döndü. Liseden sonra Berkeley'deki Kaliforniya Üniversitesi'ne de başladı.
Ama o zamana dek limanda ve fabrikalarda amelelik yapmış, inci kaçakçılığına karışmış, Pasifik seferi yapan gemilerde miço olmuş, mevsimlik işçilerin arasında ülkenin pek çok yerini dolaşmış biri olarak üniversiteyi çok sıkıcı ve ruhsuz buldu. Altı ay dayandığı üniversiteyi "hevesten yoksun aklın gönülsüz arayışları"nın sürdüğü bir yer olarak tanımladı. Yine aynı sıralarda okumanın yanısıra yazmaya da merak sardı. Durmaksızın öyküler, fıkralar, şiirler yazıp yayıncılara yolluyor, ama sürekli reddediliyordu. 1897'de Alaska'da altın peşine düştü. Altın bulamadı ama, eserlerinde ustalıkla kullanacağı pek çok deneyim ve öyküyle geri döndü. 1899'da büyük bir dergiyle anlaşarak düzenli olarak hikayelerini yayınlatmaya başladıÖyküleri yayınlanmaya başladıktan sonra hayatı boyunca, ne olursa olsun günde en az bin kelime yazmayı adet edindi. Bu sıkı disiplini sayesinde de bu denli üretken olabildi. Kısa sürede tanındı. "Halkla ilişkiler" (yani PR) işini çok iyi kullandı. Sinema endüstrisinin geleceğini gören ve romanlarının filme alınmasını sağlayan ilk edebiyatçılardandı.1900'de Bess Maddern ile ilk evliliğini yaptı. Ama bu bir mantık evliliğiydi. Beş yıl sürdü. Joan ve Bess adında iki kızı oldu. Bess ile evliyken tanıştığı ve "can yoldaşım" dediği Charmian Kitteridge ile 1905'te evlendi. Charmian sıkı bir can yoldaşıydı. Birlikte, bugün pek yaygın olan aile tipi gezi teknelerinin ilk örneği olan Snark'ı yaptırıp 1907'de Hawaii'ye yelken açtılar, 1905'ten başlayarak koskoca bir çiftlik kurdular. Charmian üç de kitap yazdı. London 22 Kasım 1916'da, yani daha kırk yaşındayken böbrek yetmezliğinden öldü.

Kitapları :

Martin Eden Demir Ökçe
Güneş Çocuğu Deniz Kurdu
Beyaz Diş Yanan Gün Işığı
Ay Vadisi Dehşet Ülkesi
Cinayet Vadisi Vahşetin Çağrısı
Halk Avcısı Sevginin Katıksızı
Büyük Serüven Ademden Önce
Ateş Yakmak Direniş
Alın Teri Şampiyon
İntihar Alaska Kid
Tanrılar ve Köpekler Kız Kar ve Kan
Düş Ülkelerine Yolculuk Can Yoldaşı
Doğu Yakası

 

 

YALNIZIZ

 

KİTABIN ADI : YALNIZIZ

KİTABIN YAZARI : PEYAMİ SAFA

YAYIN EVİ : ÖTÜKEN

BASIM YILI : 1992




KİTABIN KONUSU :

Bir genç kızın hayallerinin son bulması.

KİTABIN ÖZETİ :

Tarık, Feriha’yı seven fakat geçmiş yaşamında farklı kadınlarla birlikte olan birisidir. Feriha ile bir köy bahçesinde buluşurlar. Tarık, kendine ait olan bir dünya kurmuş ve bu dünyanın içerisine yalan, kin, nefret gibi duyguları sokmamıştır.Tarık’ın kardeşi Feride, Ahmet’i sever, ama ailesine bu sevgisini açıklayamaz. Çünkü Ahmet bir isyancıdır. Fakat Feride’nin Ahmet ile birlikte olmasından sonra sessizleşmesinden annesi olanları anlar ve Feride’ye bağırıp çağırır.
Feriha, Tarık’a o zamana kadar yalan söylemiştir. Ama son günler yalan söylediğini sezer. Feriha’nın Paris’te arkadaşlarına özenerek, yaşlı bir adamla evlenip Paris’e yerleşme isteği gün geçtikçe artar. Arkadaşının İstanbul’a gelmesiyle buluşurlar, ama arkadaşını çevrenin sevmemesinden dolayı bu buluşmalar gizli olur. Feriha, Tarık’ı gerçekten sever, ama Paris’e gitme fikri de ona cazip gelir. Feriha’nın babasının ölmesi evde daha da sıkı yönetim ilan edilmesine neden olur. Feriha’nın abisi ne Paris’ten gelen arkadaşalrıyla ne de Tarık ile görüşmesine izin vermektedir. Feriha’nın rahat bir hayat yaşama isteği galip gelir ve arkadaşıyla Paris’e gitmeye karar verir. Yaşlı bir adamın metresi olacaktır. Bunu öğrenen abisi önce dışarı çıkması yasaklar daha sonra Feriha’yı odasına kilitler. Feriha içeride arka arkaya sigara içmeye başlar. Bu sırada Tarık’ın burnuna yanık kokuları gelmektedir. Ama hiçbir yer yanmamaktadır. Feriha sigarayı yakmak için çakmakla uğraşırken yatağın çarşafını yakar. Kaçmak istemesine rağmen odanın kapısı kilitli olduğu için dışarı çıkamaz. Duman kokusunu alan hizmetçi abisini kaldırır. İçeri girdiklerinde çok geç kalmışlardır. Artk Feriha hayata gözlerini yummuştur. Feriha’nın not defterinde “Biz, hepimiz sadece kendimizi düşündüğümüz için yalnızız ve yalnız kalacağız” cümlesini okuyunca kızın üstüne çok yüklendiklerini anlarlar, ama çok geç kalmışlardır.


KİTABIN ANA FİKRİ :

İnsanlar dertlerini paylaşmalı, yalnız başlarına sıkıntılarını içlerine atarak sıkılmamalı, düşüncelerini açıkça söyleyebilmelidir.


KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRMESİ :

Feriha, Feride ve Tarık aynı ailenin çocuklarıdır. Olaylar çok çabuk geçmiş, fakat oldukça ilginçtir.

KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER :

Yazar, açık ve sade bir dil kullanmış oldukça anlaşılır bir ifade kullanmıştır. Her gencin okumasını tavsiye ederim.

KİTABIN YAZARI HAKKINDA BİLGİ :

PEYAMİ SAFA

İstanbul’da 1899 yılında doğdu. Servet-i Fünün şairlerinden İsmail Safa’nın oğludur, iki yaşında iken ,Sivas’ta sürgünde bulunan babasını kaybetti (1901).Dokuz yaşında iken sağ elinin ekleminde kemik hastalığının başlaması,13 yaşında iken de hayatını kazanmak zorunda kalması yüzünden düzenli okul ögrenimi göremedi, kendi kendini yetiştirdi.Birinci Dünya Savaşı yıllarında ögretmenlik yaptı. 15 Haziran 1961’de İstanbul’ da öldü.

Öykü:

Gençliğimiz (1922), Siyah Beyaz Hikâyeler (1923), İstanbul Hikâyeleri (1923), Aşk Oyunları (1924), Süngülerin Gölgesinde (1924), Ateşböcekleri (1925).

Roman:

Mahşer (1924), Bir Akşamdı (1924), Sözde (1925), Canan (1925), Şimşek (1928), 9. Hariciye Koğuşu (1931), Atilla (1931), Fatih - Harbiye (1931), Bir Tereddüt Romanı (1933), Matmazel Noraliya'nın Koltuğu (1949), Yalnızız (1951), Biz İnsanlar (1947).

 

 

TÜRK KİMLİĞİ

KİTABIN ADI Türk Kimliği
KİTABIN YAZARI Bozkurt GÜVENÇ
YAYINEVİ VE ADRESİ
BASIM TARİHİ 5 nci Basım 1997
KİTABIN YAYIM MAKSADI Türk Kimliğini oluşturan unsurları incelemek.

KİTABIN ÖZETİ :

Kimlik insanın kendisini nasıl algıladığı, kimle özdeşleştirdiğidir. Kimlik bir kültür sorunudur. Kişiler,toplumlar tarihlerini biliyor, benimsiyorlarsa mantık açısından,kimlik arayışı veya sorunu olmaması gerekir. Kişi içinde toplumun bildiği tarihini biliyorsa “Kimsiniz, kimlerdensiniz” sorusunun yanıtlarını da biliyor demektir. Herkes kimliğini bilirse,kimlik de sorun olmaz. Ancak, toplumun tarihi yazılmamışsa, benimsenmiyorsa, ortada talihsiz bir durum vardır: O da tarihsizliktir. Tarihsizlik varsa, bilinmeyenleri arama çabası ve kimlik sorunu var demektir.

Kimlik varlık bilinci için, kültür tarihi gerekli fakat yeterli değildir. Toplumun kültür tarihi yazılmamışsa, kimlik bunalımı ya da arayışı kaçınılmaz olmaktadır.

Türk aydını ve düşünürü aslında Gülhane Hatt-I Hümayunu ve Tanzimat Fermanı’ndan bu yana en az yüz yıldır kimlik arayışı içinde idi. Sorunun sadece adını koyamamıştı. Aranan kimlik Meşrutiyet, Osmanlıcılık, Hürriyetçilik, Türkçülük, Bağımsızlık, Anadoluculuk, İnkılapçılık, Çağdaşlık, Cumhuriyetçilik, Turancılık, Demokratlık, Kalkınmacılık, Milli Birlikçilik, Batıcılık, İslamcılık, Laiklik, vb. sloganlarla dile getirilmişti. Sayılan bütün bu hareket ve eylemlerin arkasında bilinçli ya da simgesel bir kimlik arama çabası yada bulma umudu vardı. Yani kimliğimizi uzun yıllardır arıyorduk. 1980’ lerde de bulamadık, sadece çözümü aranan sorunun adını koyduk.

Bazı görüşler belirtilmiştir. Bir görüşte “Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, batı medeniyetindenim” denilmektedir. Ziya Gökalp’ e göre ise İslam dini milletin özünü, Batı medeniyeti görünüşünü, Türklük ise milli varlığın adını ve ülküsünü oluşturmaktadır. Ulu Önder Atatürk’ün kültür ve uygarlık anlayışı şu şekildedir: “Tarihi gerçekçidir. Akılcı ve bilimcidir, kavram ve kapsamda bütüncüdür. Evrimci ve yenilikçidir. Çağdaş ve batılıdır. Milliyetçi değil, yani laiktir.”

Milli varlığın sorunları dil, duygu, din, tarih, eğitim, bilim, sanat, sağlık-hastalık, üretim-tüketim, övünç-güvenç, güvenlik ulaşım ve iletişimdir.

Türklerin, Türk varlığının ve Türk kültür tarihinin kökleri şöyle sıralanabilir :

1. Türklerden önceki Küçük Asya(Anadolu) kültürlerine ve insanlarına,

2. Küçük Asya’ya gelip yerleşmeden önceki Orta Asya Türk boylarına,

3. Küçük Asya’yı fethedip yerleşen Müslüman, Türkmen veya Oğuzlara,

4. Anadolu’da fethedilen,Müslümanlığı kabul ederek Türkleşen yerlilere,

5. Batılı, çağdaş ve laik Türklere kadar,

Bunların hepsi biziz, biz hepsiyiz.

Geçmişten günümüze dek Türklerin çeşitli din ve inanışlar olagelmiştir. Bunlar Şamanlık, Konfüçyüsçülük, Budizm, Taoculuk, Musevilik, Hrıstiyanlık, Manihaizm ve İslamiyettir.

Birçok Türk devleti Türk tarihinde yerlerini almıştır. Göktürler, Uygurlar, Kırgızlar, Selçuklular, Osmanlılar....

Osmanlı Devleti yerini aldığı Roma İmparatorluğu gibi, çeşitli din, dil ve kültürlerden oluşan dünya imparatorluğu olarak kuruldu.

Osmanlı düşüncesinde,Türk - Türk olmayan ayrımı yerine yöneten devlet (Asker), yönetilen halk (Tebaa) ayrımı vardı.

Cihan Hakimiyeti Mefkuresine sahip çıkan devlet,kısa süre sonra Hilafeti de üstlenerek Selçuklu’ dan miras kalan İslam devleti kimliğini sürdürmüştür. Bu anlamda, Osmanlı devleti hem Selçuklular ile Bizans’ın,hem de doğunun devamıydı denilebilir.

Türk devrimi, Cumhuriyeti aşarak çok partili demokrasiye ulaşmakla gücünü göstermiştir. Ama “Türk mü, İslam mı ? ikilemi yeniden gündeme geldi. Türk Silahlı Kuvvetlerinin 27 MAYIS Milli Birlik girişimi, devrimci kadrolara moral verdi. Ama Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları da yabancılaşma sürecinin dışında kalamadı.Türkiye Cumhuriyetinin vatandaşları, 1950 Demokrasi devrimiyle, 12 Eylül 1980 Hareketin getirdikleri laik vatandaş kimliklerini alıyorlardı.Tabii bu arada çeşitli kutuplaşmalar ortaya çıktı. Köylüler ile kentliler, kentliler ile arabeskçiler, kadınlarla askerler, kamudaki bürokratlarla serbest pazarcılar arasında özel sektör.....”

Türk Tarih Kurumu ,Türk Dil Kurumu ile Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi, devrimci hareketin içinde olsun olmasın, bütün Türk vatandaşlarına kim olduklarını yani Türk tarihini Türkçe anlatmak amacıyla kurulmuştur.

Türk devrimi, Mustafa Kemal’in Ankara’da açılan ilk meclis binasına “Hakimiyet Milletindir.” levhasını asmasıyla ilan edilmiştir. Gerçek bir devrimdi. Çünkü Osmanlı Devletinde egemenlik Allah’a aitti. Kemalizmin sonradan anayasaya geçirilen laiklik ilkesi ile büyük devrim uygulanmıştır.

Atatürkçü çağdaşlaşma devriminin Atatürk’ten sonraki gelişme serüveni bugün karşılaştığı bunalımlar, Türk Silahlı Kuvvetlerini onarımcı girişimlere zorlamıştır. Ordu bunu (Atatürk devriminin koruyuculuğu görevini) her zaman sürdürecektir.

Batının teknolojisini alıp kullanabilmek için Batı kültürünü anlamak, bilimini alıp hayatımıza uyarlamak zorunluluğu vardır. Teknolojiden yararlanmak, Japonların kanıtladığı gibi, ancak onu üretecek düzeye gelmekle mümkündür. Kültürsüz teknoloji taklitçilik olur ki, onunla ancak yeni sömürgeciliğe varılır. Çağdaşlık, teknolojiyi kullanmak değil, üretmektir.

Bizim yaşamış olduğumuz sorunun çözümü,doğu-batı,kuzey-güney gibi coğrafi yönlerde değil zaman kavramında, yani ÇAĞDAŞLIKTADIR. Sorun evrensellikten kurtulup nasıl bir “Merkez Ülke” olacağımızdadır. Kimliğimizi ancak çağdaşlıkta bulabilir, varlığımızı çağdaşlaşarak koruyabiliriz. Kimselere benzemeye kalkışmadan kendimiz kalarak yaşamalıyız.Zaten istesek te benzeyemeyiz. Kimlik bunalımı; değişerek kimliğini yitirmek değil, tarihini öğretememekte direnmek-yani değişmemek, yaşanan değişmelere ayak uyduramamak sorunudur.

İstikrar içinde, sürekli kalkınacaksak; kalkınmanın yükleriyle nimetlerini halkça ya da daha hakça bölüşmek,yani gelir dağılımını düzeltmek zorundayız. Yöresel çarşılarımızı uluslararası pazarlara açarken ulusallığımızı yitirmemeye dikkat etmeliyiz. Paramıza sahip çıkmak zorundayız, saygınlığını korumalıyız.Pazarlarımızın zenginliği, güvenirliği, sağlıklı gelişme gücü ile de övünebilmeliyiz.

Ülkemizin bölünüp parçalanmasını istemiyorsak onun yalnızca turistik kıyılarına değil bütününe sahip çıkılmalı, endüstri de hizmetler de ,çalışma olanakları da dengeli biçimde dağıtılmalıdır.

Çok uluslu, dinli ve dilli Osmanlı’da dinle devlet işleri birlikte idi. Laik Türkiye Cumhuriyetinde bu iki kurum birbirinden ayrılmıştır.

Eğitimde, çalışma hayatında kadın-erkek eşitliğinin sağlanması zorunludur. Başka bir deyişle laiklik; kadınlarımız eşit vatandaş durumuna gelebildiği oranda sağlanmış olacaktır.

Eğitim de her şeyi öğretmek yerine az sayıda seçilmiş konuları çok iyi öğreterek, öğrenmeyi öğretmek yolu izlemektedir. Eğitim-öğretim ayrımı terk edilmiştir. Bilim ve sanat eğitimi aynı çatı altında yapılmaktadır.

Kimlik sorununun çözümü, toplum ile birey arasındaki karşılıklı ilişkilerin güven ve övünç içinde yürümesine bağlı görünmektedir. Bu duyguyu sağlamanın yolu kuşkusuz milli eğitimdir; ama ulusal birlik ile bir örnekliği birbirinden ayırabilen bir milli eğitim bilinci !

Dış dünyadaki imge sorunlarımızın çözümü de içerideki kimlik sorunumuzun çözümüne bağlı görünmektedir. Evet, durum umutsuz değil, ama durumu ya da umudu yeterince ciddiye alıyor muyuz? Önemli olan bu.

 

KORKUNÇ YILLAR

 

YAYIN EVİ VE ADRESİ : Ötüken Neşriyat A.Ş. Klodfarer Cad. 40/7
Divan Yolu-İSATNBUL
BASIM YILI : 1989


KİTABIN KONUSU : Sadık Turan adlı bir Kırım Tatarının Ruslar’layaşadıkları veİkinci Dünya Harbi sıralarında başından geçenler.

KİTABIN ÖZETİ : Yazar , Cengiz DAĞCI, Roma’da Sadık TURAN adlı biriyle karşılaşır,tanışır ve sohpet eder. Ertesi gün adresine uğradığında Sadık’ın kendisine bir paket bırakıp ayrıldığını öğrenir . Oradan ayrılır, merakla ve Sadık’ın ortadan kaybolmasından dolayı endişeyle paketi açar. Paketin içinde Sadık’ın anılarını yazdığı bir defter vardır. Okuduktan sonra anlaşılır ki Sadık TURAN yıllarca çektiği dertleri, sıkıntıları, kinini ve evine, milletine, topraklarına duyduğu özlemi bu sayfalara dökmüş, yazdıklarını da ilk defa Cengiz DAĞCI ile paylaşmış aynı zamanda bu ağır yükü yazara devrip Roma’dan ayrılmış. Defterin okunmasıyla bizde Sadık’ın başından geçenleri öğrenmekteyiz. Sadık TURAN’ın anıları, dertleri demek daha manâlı olucaktır, yemek masasında aldığı babasının milisler tarafından tutuklanıp götürüldüğü haberiyle başlımış. Götürülmler beyaz yüzlü, sarışın, iyi kalpli bir kadın olan öğretmeni Safiye hanım ve köyün yarsının tutuklanmasıyla devam etmiş. Babasının serbest bırakıldığı haberiyle Akmesçit’e taşınmışlar. Babası serbest bırakıldaktan sonra iki hafta işsiz dolaşmış ve bir gün yerde yatarken bulup onu evine alan bir müslüman kümese yerleşmesini sağlamış. Bir daha en son askare gitmeden 1939 yılında köyüne uğruyan Sadık evlerine Voronejli bir Rus aileinin yerleştiğini görmüş. Akmescit’e taşınmalarından geçen kısa bir süre sonra iki kardeşi hastalanıyor ve çok geçmeden ikisi de ölmüş. 16 yaşında babasının okumasını istediğini söylediği konuşması sonucunda Sadık 1937 yılında Kayabaşı Orta Mektebi’ne başlamış. Bahçesaray’daki Han Sarayı’nı gezerken yorulmuş ve bir ağacın gölgesinde oturunca yorgunluktan uyuya kalmış. Rüyasında kahve önünde yaşlı kişiler görüyor ve çocuklara anlattıkları hikayeyi dinlemiş. Muhabbet kurduğu dedelerden biri onu şehri gezdirmeye başlamış. Beraber engebeli, değişik yollardan şehri gören bir tepeye çıkmışlar. Dedenin Kazan’dan Ruslara karşı yardım istemek için geldiklerini söylediği atlılar sarayın kapılarından giriyormuş. Ardından da han ve askerleri çıkmış saraydan. Rusların çizmelerinin yürürken çıkardığı sesle Sadık düşünden uyanmış.1938’de taşındıkları yerde komşuları olan Süleyman diye bir arkadaş edinmiş. Bu sıralarda da Yeni Dünyasında yazarlığa başladığı için doktor olma hayalleri suya düşmüş. Süleyman askeri okula gitme kararına uyarken Sadık’I da yanında götürmek istemiş pek etkili olamamış. O vakitlerde askere çağrılınca babası bir konuşma yapmış ve Sadık’I ikna etmiş. Başta annesine askeri okula gidiceğini söylememişler, annesi normal askerliğini yapacağını sanmış. Gerçeği Sadık gittikten sonra öğrenmiş. Sadık ve Süleyman 1940 yılında teğmen rütbesiyle mezun olmup 54ncü tümen 94ncü taburun 2nci bölüğüne tayin olmuşlar. Krasnoye’de yapılan savunma sırasında evinden ayrı çektiği hasreti, milletinin birlik ve beraberliğinin önemini ve çarpışmalar sırasında yaşadıklarını anlatmış. Topçu olan Süleyman savunmada ölmüş. Daha sonra da aldığı özel görevde çavuşu vasilef ölmüş Sadık da esir düşmüş Almanlara. Almanların elindeyken Cevdet, Osman, Halil, Enver ve Mustafa isimli hemşerileri ile tanışmış. Kampta Mustafa çalışmaya gidip ekmek getiriyormuş. Almanlar esirleri başka yere sevk etmek için yola çıkardıklarında yolda Sadık’ın arkadaşları ölmüş. Sadık TURAN Almanların elinde yaıplan işkencelerden de bahsetmiş. Kamptayken daha önce görüştüğü Ermeni doktorla karşılaşmış. Ermeni O’na iş vermiş, hastahanenin yanında kalmasını sağlamış, ölüleri taşıyorlarmış. Ölülerin arsında kaybettiği Mustafa’nın cesedini bulması Sadık’ı çok üzülmüş. Karşılaştığı Azeri onu İskender alı başaşçılık yapan memeleketlisinin yanına götürnce Sadık da aşçılık yapmaya başlamış. Aşçılık çok rahat olduğu halde Alman çavuşu Şults gelip emir erliğini yapmasını önerdiğinde kabul etmiş. Bu noktadan sonra bir daha kampa dönmemiş, bir ahırda yatıp kalkarak kumandanlıkta çalışmaya başlamış. Bir gün sivil kıyafetli insanlar kumandanlık önünde toplanmış. Bu insanları toplamalarının nedeni savaşa katıldıklarını düşünmeleriymiş. Sadık tercümanlık yapmış. Bunun üzerine muhtarlardan köylülerin listesi istenip onlara tezkere yazılmış. Tezkere yazılan günlerden birinde O’nu hemşerisine götüren Azeri ile karşılaşmışınca Azerin kendisi adına da bir tezkere hazırlaması isteğinde bulunmuş. Karasızlık içinde birkaç gün geçirdikten sonra korkusuna rağmen içindeki sese dayanamayıp başkasının yerine Azeri’ye tezkere yazmış, gizlice vermiş. Alman askerleri Azeri’yi odaya kanlar içinde getirdiklerinde Buh ve Şults’un yanında Sadık da varmış. Bunun üzerine Azeri’ye işkence yapıp öldürmüşler. Şults, yüzbaşı ile çepheye çağrıldığını, Buh da O’nu ştalaga geri göndermek istemediğini kumandanlığa gönderebileceğini söylemiş. Bir iki gün sonra tren yolculuğunun ardından arabayla yanında alman askeri ile kumandanlığa varmış. Gittiği yerde çok nazik karşılanıp çay ikram edilmiş, temiz bir odada kalmış. Etrafta Rus subayları varmış ve çok rahat görünüyorlarmış. Ertesi gün komutanla görüştüğünde savaşı bitirebilmek için yardım istemişler. Başta reddetmesine karşı Alman subayı ikna etmiş. Sadık TURAN, Sadık KEMAL ismini alıp ştalaga geri götürülmüş. Sonraki gün Vinnitsa’dan trenle ayrılıp Volinsk’deki Ostrova kampına varmış. Kaldığı barakada Türkistanllılar varmış ve Türkistan için ordu kurduklarından söz ediyorlarmış. Sadık TURAN da bu kuruluşa katılmış, Rus üniformalarını çıkartıp Alman üniformalarını giymiş.SADık anılarını burada noktalamış.


KİTABIN ANA FİKRİ : Sadık TURAN’ın anıları herkese millet sevgisini ve devleti için yaşamayı anlatıyor. Bütün karşılaştığı güçlüklere göğüs gererek yaşamak ve memleketine dönmek için mücadele vermiştir.

KİTAPTAKİ ŞAHISLARI DEĞERLENDİRME :
Sadık TURAN : Küçük yaşta sorunlarla karşılaşıp, savaşı gören ve yıllarca evinden uzakta sürgün yaşıyan Tatar Türkü.
Bekir : Sadık Turanın yaşayan tek kardaşi. Sadık askeri okula gittikten sonra hiç görüşememişler.
Süleyman : Sadık’ın komşusu daha sonra askeri okulda beraberler ve aynı cepheye tayin oluyorlar. Milli duguları Sadık’tan daha zayıf kendini daha çok düşünen biri.
İvan Aleksandroviç ŞİŞKOF : Askeri ıkuldaki Rus komiseri. Sadık ve Süleyman’ın yüzüne gülsede onlar hakkında değişik düşüncelere sahip. Rus çıkarları için herşeyi yapabilen biri.
Grişa : Balıkçı rus Kırımlı. Kırımlı olduğu için Sadık’a yakınlık duyuyor, O’nun için kendini feda edip yaşamını yitiriyor.
Şults : Alman çavuşu. Sadık’a iyi davranıyor. Dürüst davranan biri.

KİTAP HAKKINDAKİ ŞAHSİ GÖRÜŞLER : Cengiz DAĞCI, Sadık TURAN karekteriyle milliyetçilik duygularını, Rus baskısı altında çektiklerini ve İkinci Dünya Savaşı yıllarını çok güzel anlatmış. Buna karşı sanatına değişik yanlı düşüncelerini karıştırması atmosferi dağıtmış.

 

 

HARRY POTTER VE AZKABAN TUTSAĞI

 

Kitabın Özeti

Harry Potter bir çok açıdan sıra dışı bir çocuktu. Hogworts' da 3. sınıfa geçmişti. Yaz tatili dolayısıyla teyzesinin evindeydi. Ama burada olmak zorunda olmaktan ve yaz tatillerinden nefret ediyordu. Çünkü teyzesigil onun farklı olmasından ve büyücülük okulu Hogworts' a gitmesinden hiç de memnun değillerdi. Harry okulda verilen ödevlerini bile yapamıyor, evde yaşayan teyzesi, eniştesi ve aynı yaşta olan teyzesinin oğlu Dudley tarafından eziliyordu. Büyücülerin Hogworts dışında mugglelard ( büyü dışı insanlar ) büyü yapmaları yasaktı. Ama bu tatilde Harry baskıya ve aşağılanmaya dayanamamış Dudley' in halasını şişirmiş ve cezalandırılacağını bildiği içinde evden kaçmıştı. Sokakta nereye gideceğini bilmezken Hızır Otobüsü ile karşılaştı. Bu otobüs büyücülerin bindiği tüm her şeyi sarsarak ve tüm binaların, ağaçların, ondan kaçtıkları bir otobüstü. Harry bu otobüse bindi ve Londra' ya gitmek istediğini söyledi. Bu arada otobüs şoförü Ern ve yardımcısı Stan Azkaban Kalesinden kaçan Siriüs Black' den bahsediliyordu. Azkaban Kalesi, büyücü tutsakların kapatıldığı Azkaban muhafızları tarafından korunan korkunç bir yerdi. ve otobüste konuşulduğu kadarıyla Siriüs Black bir tek lânetle 13 muggle' i öldürmüştü. Ayrıca Harry Black' in Voldemort' un en önemli tetikçisi olduğunu öğrenmişti. (Voldemort Harry' nin anne ve babasını öldürmüş, Harry ise ölümden son anda kurtulmuştu,) Londra' ya vardıklarında Harry otobüsten indiğinde onu sihir bakanı Cornelius Fudge bekliyordu. Harry onu görünce halasını şişirdiği için onu cezalandıracağını düşünüyordu. Oysa Fudge onu çok iyi karşılamış ve hemen Harry' i alıp Tom' un hanına götürüp yerleştirmiş ve güvenliğinin sağlanmasını istemişti. Harry buna çok şaşırmış ve ne olduğunu anlayamamıştı. Daha sonra okulu açılana kadar burada kalmıştı. Harry' nin okuldaki en samimi arkadaşları Ron ve Harrmyonie okulun açılışına birkaç gün kala okul ihtiyaçlarını alacakları dükkanların bulunduğu Diagon Yoluna geleceklerdi. Harry okulun açılmasına birkaç gün kala gerçekten okul alış verişlerini yapmaya gittiğini Diagon Yolundan arkadaşlarıyla buluştu. Hepsi de tekrar birlikte oldukları için çok mutluydu. Okulun açılış günü geldiğinde Ron' un sihir bakanlığında görevli babası annesi ve kardeşleriyle birlikte bakanlığın gönderdiği arabayla istasyona Hogworts Ekspresinin kalkacağı dokuz üç çeyrek peronuna gittiler. Bu perona geçmek için istasyonun içindeki özel bir duvardan (içinden) geçmek gerekiyordu. Hogworts Ekspresine binecekleri sırada Ron' un babası Harry' i kenara çekmiş Siriüs Black' in Harry' i öldürmek için Azkabandan kaçtığını ve kendisine çok dikkat etmesi gerektiğini söylemişti. Hogworts Ekspresine bindikten sonra orada yeni öğretmenleri karanlık sanatlara karşı savunma dersinden sorumlu Prof. Lupin' le karşılaştılar. Ama hep uyur durumdaydı. Harry arkadaşlarına Black' i anlatırken birden ekspres durdu ve her yer karardı. Harry birden soyunmuş bir etleri dökülen bir el gördüğünü hatırladı ve bayıldı.

Ayrıldığında ona Prof. Lupin çikolata yediriyordu. Harry hissettiği yoğun soğukluğu ve korkuyu hatırlayınca tekrar ürperdi. Bunlar Azkanban muhafızları ruh emicilerdi. Ekspresi kontrol etmişlerdi. Black' in orda olamadığından emin olunca çekip gitmişlerdi. Böylece Hogworts' a ulaştılar. Hogworts bıraktıkları gibiydi. Birinci sınıflar için seçmeler yapılmış, Harry, Ron ve Hermonia bunu kaçırmışlardı. Hogworts' un çevresi de Black yüzünden ruh emiciler tarafından sarılmış ve korunuyordu. Okul müdürü babacan Prof.Dumbledero ruh emicilerin okul içinde olmalarına izin vermemişti. Çocukların rahatsız olacaklarını düşünerek tüm öğrenciler büyük salonda toplanmışlar, Prof. Dumbledero genel konuşmasını yaptı. Yeni öğretmenler tanıtıldı böylece Hogworts' da 3. yıllarına başlamış oldular. Doğal olarak bir çok yeni dersleri de vardı. Yoğun bir koşturmacanın içine girdiler. Özellikle Hermonia mümkün olamayacak bir iş başarıyordu. Harry ve Ron' un iki katı ders alıyordu. Üstelik dersleri aynı saatteydi. Bunu nasıl başardığını Harry ve Ron anlamıyorlardı, ama üstünde de durmuyorlardı. Bu arada Quidditch maçları için antrenmanlara başlamışlardı. İlk maçta Harry' nin takımı Gryfindor ve Hufflepuff' la karşı karşıya gelmişti. Gryfindor yıllardır şampiyonluğu alamadığı için bu maç çok önemliydi. Maç başladı Harry takımının en iyi arayıcısıydı. (Babası gibi) Hava çok kötü soğuk karanlık ve yağmurluydu. Snicth en küçük toptu, süpürgelerine atlayıp onu yakalamak zorundaydılar. Harry' nin süpürgesi Nimbus güzel ve kaliteli bir süpürgeydi. Haryy maç sırasında Snatch' in peşinde koşarken birden ekspreste hissettiği duyguyu hissetti ve bayılarak 15 m' den süpürgesinden düştü. Harry baygınken anne ve babasının sesini duydu. Ölmeden önce kendisini korumaya çalışmalarının sesleriydi. Harry' i hemen hastane kısmına götürdüler. Allah' tan canını tehlikeye atacak bir şey yoktu. Olay yine aynıydı. Maç sırasında sahaya birkaç ruh emici girmişti ve Harry yine aynı duruma düşmüştü. Harry bunu nasıl atlatacağını ve ruh emicilere karşı nasıl direneceğini bilmiyordu. Bunun için Prof. Lupin' den yardım istedi. Prof. Lupin ona dersler dışında yardımcı olmaya söz verdi.

Bu arada Noel tatili geldi. Harry' nin gidebileceği bir yer yoktu. Noel' de Hogworts' da kalacak birkaç öğrenciden biriydi. (Harry' nin maç sırasında Nimbus süpürgesi kırılmıştı.) Bu arada baykuşlarla Noel hediyeleri gelmeye başladı. Harry' ye gelen hediye son model bir süpürgeydi ve kimin gönderdiği belli değildi. Kimin gönderdiğini anlayamadılar. Noel gecesinde herkes bir yerlere gitti. Okulda sadece Harry ile beraber dört öğrenci ve yedi öğretmen kalmıştı. Noel tatili bitiminde Harry' nin arkadaşları döndü. Yalnız Prof. Lupin ayda bir kez rahatsızlanıyor ve izin alıyordu. Bu yüzden ruh emicilere karşı aldığı Patronus dersleri aksıyordu. Buna Prof. Snape (İksir hocası) Prof. Lupin' ge bazı iksirler hazırlıyor ve dinleniyordu. Tekrar derslerle beraber Quiddicth maçı antremanlarıda başlamıştı. Son maçları vardı ve şampiyonluk için son şanslarıydı. Hermonia' nın kedisi Crookshanks ile Ron' un faresi Scaber' ın kavgaları yüzünden Ron ve Hermonia küsmüştü. Harry bazı geceler şakacı ağacın altında kedi Crookshanks' ın yanında büyük siyah bir köpek görüyordu. Ama köpek hemen kayboluyordu. Harry Black yüzünden tamamen korunmaya almıştı. Özellikle akşamları karanlıktan sonra dışarı çıkması tamamen yasaklanmıştı. Bir gece yine Harry Ron ve Hermonia Harry' nin görünmezlik pelerini ile Hagrid' in yanına gidiyorlardı. O sırada Cronkhanks fare Scabers' i fark etmiş ve kovalamaya başlamıştı. Görünmezlik pelerini altında onlara seslenmelerine rağmen durduramamışlardı. Pelerinin altından da çıkamıyorlardı. Çünkü görünürlerse akşam çıktıkları için ceza alırlardı. Bu sırada Scabers şakacı ağacın altındaki boşluğa girmiş Crookshanks' de peşinden girmişti. Harry, Ron ve Hermonia' da peşlerinden girmek zorunda kaldılar. İçeride mağara gibi bir hol vardı. Bir odaya girdiklerinde Siriüs Black ile karşılaştılar. Tabi ki çok korktular. Black onları odada tutuğu sırada Prof. Lupin' de odaya girdi. Cronkhanks Black' in yanından hiç ayrılmıyordu. Black ısrarla üzerlerine saldırıyor son cinayeti de işlemesi gerektiğini söylüyordu. Ama bu arada Harry' e sürekli suçlu olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Ayrıca Lupin yaptığı bir büyü ile çocukların elindeki asalarını düşürmüştü. Bu tartışmalar sürerken ve Harry' nin aklı karma karışıkken birden fare Scabers bir insana dönüştü. Prof. Lupin' in anlattığına göre Harry' nin babası James Potter, Prof. Lupin, Siriüs, Black ve fare Scabers' in dönüştüğü insan olan Peter Pettingew çok iyi dört arkadaştılar ve dördüde çeşitli hayvanlara dönüşebiliyorlardı. Dördüde Hogworts' ın en iyi öğrencileri ve çok iyide dosttular. Ancak Peter Pettingew Voldemort' a kanmış ve Harry' nin anne ve babasını öldürmüştü. Yani gerçek suçlu Siriüs Black değildi. O her zaman Potter' ların en iyi dostu olmuş ve hep öyle kalmıştı. Bu arada gizlice gelen Prof. Snape ise bunun yalan olduğunu ve Black' i ruh emicilere vermeleri gerektiğini söylüyordu. Çünkü Prof. Snape öğrencilik yıllarında bu dört dostu hep kıskanmıştı. Prof. Snape' i etkisiz hale getirdikten sonra şimdi Black' i ruh emiciler almadan nasıl kurtarıp, nasıl gerçeği anlatacaklarını ve ruh emicilerin, Azkaban Kalesine gerçek götürecekleri insanın Peter olduğunu nasıl anlatacaklarını düşünüyorlardı. Ayrıca Harry olaylar sırasında Black' in onun vaftiz babası olduğunu ve babasının Harry' i Black' e emanet ettiği için eğer kurtulursa gerçek velisinin Black olacağı teyzesinin yanına bir daha dönmeyeceğini düşünmek onu çok mutlu etmişti. Ayrıca öğrendiği diğer önemli bir şey Prof. Lupin' nin bir kurt adam olduğuydu. Eğer Hogworts' a ulaşabilirlerse Prof. Dumlodere onlara yapmaları gerekeni söylerdi. Böylece hep birlikte yola çıktılar. Tam o sırada bir karışıklık oldu ve Peter tekrar fare haline dönüşerek kaçtı. Prof. Lupin' de iksirini içmediğinden kurt adama dönüştü ve ormana dalarak kayboldu. Böylece baygın Prof.Snape, Black, Harry, Hermonia, Ron ve kedi Croonkhanks kaldı. Hogworts' a varınca Ron ve Harry' yi hastahane bölümüne yatırdılar. Black yukarıda bir odada gözlem altına alındı. Snape ayıldı ve Black' i hemen ruh emicilere vermeleri gerektiğini söyleyip duruyordu. Tam bu sırada Prof. Dumbledora geldi. Onlara inandığını ve olayların gerçeğini bildiğini ama kesin kanıtları olmadan bir şey yapamayacağını söyledi. Ama Black' i kurtarabileceklerini söyledi ve onlara bir kum saati verdi. Bu zamanı geri döndürüyordu. Ron hala baygın olduğu için onlara katılamayacaktı. Hermonia ve Harry kimselere görünmeden Hagrid' in şagagasını alarak onu uçurdular ve Black' i kaçırdılar. Kimse hiçbir zaman onun nasıl kaybolduğunu anlayamadı. Çünkü zamanı geri çevirmeyi çok az insan yapabilirdi ve bu sır Prof. Dumbledore, Harry ve Hermonia arasında bir sır olarak kaldı. Ama bu arada Peter kaçmıştı. Okul bitmişti, Gryfindor şampiyon olmuştu ve en önemlisi Harry' nin güvenebileceği vaftiz babası Black vardı ve arada sırada Black Harry' e haber gönderiyor ve suçsuzluğunu ispatlayıp ruh emicilerden kurtulduğu zaman onu yanına alacağını söylüyordu. Harry artık mutluydu. (Teyzesine gitmek zorunda olsa bile) baykuşu Hedwig' in kafesi elinde istasyona gelmiş ve eniştesi Vernon onu karşılamıştı

 

BİR ÇİFT YÜREK

 

KİTABIN ADI BİR ÇİFT YÜREK
KİTABIN YAZARI MARLO MORGAN
YAYIN EVİ DHARMA YAYINLARI
BASIM YILI 2001
SAYFA SAYISI 225


1. KİTABIN KONUSU:
Amerikalı bir kadının Avustralya’da yaşadığı ve tüm değer yargılarını değiştiren ruhsal bir yolculuktan bahsetmektedir.
2. KİTABIN ÖZETİ :
Gerçek bir olaya dayanan öykümüz; Marlo Morgan’a Kansas City’de doktorluk yaparken, bir sabah ofisine gelen telefonla başlar. Bir süreliğine Avustralya’da çalışmak için teklif alır. Hayatında bir değişiklik yapmak isyeyen Morgan bu teklifi kabul eder ve birkaç seneliğine Avustralya’ya yerleşir.
Avustralya’da çalışmalarını sürdürürken;Avustralya’nın yerli halkı olan Aborjinlere Amerikalıların Kızılderililere davrandıkları gibi kötü davranmalarından etkilenir. Onlara iyi davranarak onların sorunları ile ilgilenmeye başlar ve yerli halkın yaşantısına olan merakı gitgide artar.
Morgan’ın onların sorunları ile ilgilendiğini ve onları yakından tanımak istediğini gören bir grup aborjin kabilesi onu bir toplantıya davet ederler. Morgan Anakaranın diğer tarafında yaşayan ve kendi benliğini kaybetmemiş, böyle bir Aborjin kabilesi ile tanışacağı ve onlar hakkında daha fazla bilgi sahibi olacağı için bu toplantıya özel bir şekilde hazırlanır. Ayrıca şehirde yaşayan Aborjinlere yaptıklarından dolayı taktir bekleyen yazar için bu toplantı hiçde beklediği gibi gerçekleşmez. Oota adında bir Aborjin eski bir jiple gelerek Morgan’ı toplantı yerine götürmek için alır. Uzun bir süre çölün ortasında gittikten sonra toplantı yerine geldiklerinde yazar kendisini bir grup yerli ile ıssız çölün ortasında bulur.
İlk olarak tüm eşyaları çıkartılan Morgan’a kuşanacağı bir bez parçası verirler. Tüm eşyaları ve kendisi ile birlikte kutsanır.Yerlilerin arasına kabul edildikten sonra tüm eşyaları yakılır. Birbez parçası ile yalın ayak kalan Morgan’dan kendileri ile birlikte yapacakları yürüyüşe gelmelerini isterler. Bu teklifi kabul eden Morgan için çölü boydan boya katedeceği ruhsal yolculuk burada başlar.
Bu kabilede insanlar isimlerini hayatları süresince yapmış oldukları işlere veya olaylara göre almakta ve değiştirebilmektedir. Bu nedenle; modern toplumdan geldiğinden ve insan olarak sahip olması gereken değerleri köreldiğinden Morgan’a “mutant” adını takarlar ve onun tekrar yaşamın gizemini görmesini sağlayarak değişime uğratırlar. Kabilede kendilerini “gerçek insanlar” olarak adlandırırlar.
Yazar yolculuk boyunca önceden ilkel olarak gördüğü bu insanların doğa ile nasıl iç içe yaşadıklarını; bu kupkuru çölde asla aç ve susuz kalmadıklarını; konuşmadan birbirleri ile iletişim kurduklarını; karşılaştıkları her tür sağlık sorununu çözecek bir birikime sahip olduklarını; hırs, kin, nefret, saldırganlık gibi olumsuz duygularının olmadığını; asla yalan söylemediklerini; hiç bir olayı veya kişiyi yargılamadıklarını; dünyada olup biten her şeyden haberdar olduklarını ve daha bir çok olağanüstü yetenekleri olduğunu hayretle görür.
Dört ay süren bu uzun yolculuk süresince, ilk günden itibaren bu çetin yolculuğun zorlukları ile mücadele etmek zoruda kalır. Karşılaştığı her zorlukta dayanıklılığının sınanması ile birlikte ruhu da değişime uğrar. Aborjinler onu kendilerinden biri olarak kabul ederek ona hertürlü zorlukla nasıl mücadele edeceğini, çölün çorak coğrafyasında bitkiler ve hayvanlarla nasıl uyum içinde yaşanacağını öğrenir.
Morgan yerlilerin yaşamı ile kendi yaşamını, iki tarafın yaşam felsefelerini karşılaştırır. Aborjinlerden öğrendikleri ile birlikte insan olarak sahip olması gereken değerleri tekrar kazanır. Bunun üzerine kabilenin şefi soylu Kara Kuğu tarafından her iki toplumun kültürünü anlaması ve içinde barındırmasından dolayı “Bir Çift Yürek” ismi verilir.
Yürüyüşün sonu yaklaşırken yürüyüşün asıl hedefi olanbüyük sırlarını Morgan’a gösterirler. Aborjinler için kutsal olan o mekanı gördükten sonra bu insanların ellibin yıllık kültürlerinin felsefesini anlar. daha sonra Moragan’a yolculuğun asıl sebebini açıklarlar: Morgan’ı mesajcı olarak seçmişler ve tüm sırlarını açıklamışlar. İnsanların uygarlık, gelişim adı altında doğanın dengesini bozduklarını ve herşeyi tüketmekte olduklarını bunun için dünyada ki varlıkarını bitirmeye karar verdiklerini açıklarlar. Çünkü kendilerinden sonra gelecek nesile yaşam için fazla birşey kalmadığını söylerler, Morgan’da kabilede niçin genç insan olmadığını anlar.
Morgan dan bu son mesajlarını iletmelerini isterler. Morgan insanların dünyaya verdikleri zararı açıklamak ve önlem alınmasını iletmek üzere onlardan ayrılır.
Avustralya’da ki işi biter bitmez Amerika’ya döner. Amerika’da bu serüveni anlatarak, bu serüvende öğrendiklerini uygulayarak ve en önemlisi yazdığı kitaplarla bu serüveni herkesle paylaşmaya, mesajı herkese iletmeye çalışmıştır.
3. KİTABIN ANA FİKRİ :
Tüm insanlığa eşsiz, zamanın derinliklerinden gelen güçlü bir mesaj iletilmiştir. Eğer tüm varlıkların, aynı evrensel birliğin bir parçası olduğunu anlarsak, dünyamızı yok oluştan kurtarmak için halen geç kalmış sayılmayız. Varolan her şey inanılmaz derecede güzel ve hassas bir karşılıklı bağımlılık dengesinde bulunmaktadır. Eğer bu mesajı alabilirsek bizim yaşamlarımızda Gerçek İnsanlar’ınki gibi yücelir.
4. KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRMESİ:
Marlo Morgan : Hayatın monotonluğundan sıkılmış, değişiklik arayan, hırslı kafasına koyduğunu yapan, yardımsever, çocuk ruhlu biri.
Oota : Kabilede ingilizce bilen tek kişi Morgan’a kendilerini tanımasına elinden geldiğince sorulara cevap vererek yardımcı olmuştur.
Kara Kuğu : Kabilenin şefidir. Bilge bir insan olarak tüm sırlarının sırası ile Morgan’a açıklanmasını sağlamıştır.
Bunun dışında şifacı gibi yeteneklerine göre isimlendirilen birçok kabile üyesi var. Çölde, insanın yaşamını zorlayan birbirinden ilginç olaylar oluyor.



5. KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER:
Bu kitap insanın, günümüz toplumun gereği olarak getirdiği roller ve görevler nedeni ile unuttuğumuz kaybettiğimiz değerleri hatırlatıyor. Ayrıca dünyamızın günden güne azaln kaynakları ve bozulan doğanın dengesi nedeni ile önlem almazsak gelecekte bizi bekleyen sonada dikkat çekmektedir. İyi niyetin insanı yücelttiğini nesnel şeylerin peşinde koşmamamız gerektiğini; insanı farklı kılanın yürek ve niyet olduğunu açıklayan; hayat felsefemizi tekrar gözden geçirmemize etkili olan bir öykü olarak görüyorum.
6. KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ:
Marlo morgan emekli bir sağlık uzmanıdır. Lee’s summit, Missouri’de yaşamaktadır. İlk kitabı “ Bir Çift Yürek” Amerika’da otuzbir hfta boyunca New York Times Bestseller listesinde zirvede kalmış ve yirmidört dile çevrilmiştir.

 

 

OTOPSİ

 

Richmond şehrinde işlenen seri cinayetlerin anlatılmasıyla başlıyor. Adli baştabip Dr. Kay Scarpetta ve komiser Peter Marino bu işle görevlendirilirler. Öldürülen kadınlar arasında anlaşılmayan bir bağlantı vardır ve hepsi de hafta sonları gece yarısından sonra vahşi bir şekilde tecavüz edilerek öldürülmektedirler. Bulunan deliller Dr. Scarpetta, komiser Marino ve bölge savcısı tarafından değerlendirilmektedir.
Fakat katili yakalamak için bulunan deliller ertesi güne bilinmeyen bir şekilde gazetelere yansımaktadır. Bu durum bölge savcısının, doktor ile ofisini suçlamasına yol açar. Çünkü katil ona göre hareket etmektedir. Aynı zamanda doktor kız kardeşinin küçük ama zeki kızı Lucy ile ilgilenmek zorundadır. Cinayetlerin perde arkası aralandıkça ve devam eden gazete manşetleri komiser Marino’ yu “katilin doktorun peşine düşeceği” düşüncesine sevk eder. Öldürülen kadınlardaki tek ortak yön ise; hepsinin de ölmeden önce 911 imdat hattını aramalarıdır. Bu çok sonradan ortaya çıkar. Kayıtların dinlenmesinden ve incelenmesinden sonra doktor evine döner. Katil o gece işe koyulmuştur. Sıra doktordadır. Saatler gece yarısı olduğunda evde boğuşmalar devam etmekteyken kayıtları dinleme esnasında şüphelendiği birini takip eden komiser son anda katili öldürür. Gazetelere erkenden haberlerin ulaşması ise; bölge savcısının sadece doktoru saf dışı bırakabilmek için onun bilgisayarına girerek delillerin bazılarını değiştirmesi, bazılarını da sızdırmasından kaynaklandığını; doktorun, olay yerindeki ilk bilgisayar verileriyle daha sonraki verileri karşılaştırmasıyla ortaya çıkar. Cinayetler aydınlanınca da doktor ve yeğeni Lucy, annesinin yaşamış olduğu şehre tatil yapmak üzere yola çıkarlar.

 

 

ÖLÜM DİYETİ

 

Dr. Hodges Barlett Kent Hastanesi (BKH)’ ni kurduktan sonra, işletmesini üstlenerek hastaneyi büyük ve tanınan bir kurum haline getirir. Ekonomik sıkıntıların patlak vermesiyle birlikte Barlett ilçesinde bulunan iki özel hastane maddi ihtiyaçları karşılamaktaki güçlüklerden dolayı kapanır. Dr. Hodges de bu ekonomik durumdan etkilenen hastanesini kurtarmak amacıyla ekonomiden anlayan Traynor’ ı yönetim kurulu başkanlığına getirerek kendini emekliye ayırır. Traynor hastaneyi ayakta tutabilmek için bölgenin en önemli sağlık merkezlerinden biri olan Comprehensive Medical Vermont (CMV) ile sağlık antlaşması yapar.

CMV antlaşma gereği BKH’ ye hem hasta hem de doktor yollayarak, karşılığında para ödemeyi taahhüt eder. CMV’ nin asıl amacı BKH’ ye parası ve sosyal güvencesi olmayan hastalarını göndererek, BKH’ yi ekonomik açıdan zor duruma düşürmek ve hastanenin bu güç durumundan yararlanarak yönetimi ele geçirmektir. BKH’ de bir süre sonra hasta ölümlerinde artış görülmeye başlanır. Bu ölümlerin tümü eskiden ciddi bir hastalık geçirmiş ve bu hastalıkla mücadeleyi kazanmış fakat BKH’ ye küçük vakalar için başvurup, tedavi olduktan sonra, hastanede ölenlerden oluşur. Bu olayların hastane üzerindeki etkisi de olumsuz yönde olmaktadır. Otoparkta hemşirelere cinsel taciz yapılıp diğer personelin de malına zarar verilmektedir.

Bu esnada hastanenin kurucusu olan emekli yönetim kurulu başkanı Dr.Hodges olayları inceler ve otoparktaki hemşire saldırılarını gerçekleştiren kişinin yine hastaneden birinin olduğu kanısına vardığını ve ölüm olaylarındaki artışların şüpheli olduğunu aktarır ve aynı günün akşamı öldürülür.

Bu esnada kitabın kahramanları Dr. David, karısı Dr. Angela ve kızları Niki CMV’ ye iş başvurusunda bulunarak kabul edilir ve BKH’ ye antlaşma gereği transfer olurlar. Bir süre sonra onlar da kendilerini olayların içinde bulurlar ve şüpheli ölüm olaylarını araştırmaya başlarlar. Ölen Dr. Hodges‘ in evini satın alan çift, onu evinin bodrumunda örülmüş duvarın arkasında ölü bulur. Dr Hodges ile başlayan şüpheli ölümleri araştıran doktorlarda da ölüm vakaları yaşanmaya başlar. Dr. Rendall Portland bu doktorlardan biridir ve tabancasıyla intihar etmiş halde bulunur.

Dr. Angela olayların üzerine bir dedektif tutarak gitmeye devam eder. Dedektif ve Dr. Angela, Dr. Hodges’ in yakınlarıyla konuşarak olayları incelemeye başlar. Bunun üzerine bilinmeyen bir kişi tarafından uyarılar almaya başlar. Bu uyarıdan kısa bir süre sonra Dr. Angela’ da hemşirelere olduğu gibi saldırılıp öldürülmek istenir. Fakat kurtulmayı başarır. Bu olaylardan Dr. David huzursuzdur ve aile içindeki bu huzursuzluk Niki’ nin hastalanmasıyla doruğa ulaşır. Niki ile aynı hastalığa yakalanan arkadaşı bu hastalıktan ölür. Bu arada CMV yönetimi de Dr. David’ i hastalarıyla çok ilgilendiği ve masraflarının çok olmasından dolayı suçlar. Dr. David ise araştırmalarının sonucunu almaya başlar. Yönetim kurulu üyesi Werner Van Slyke ile tanışan Dr. David bu şahıstan şüphelenir ve araştırmalarını onun üzerinde yoğunlaştırır. Werner Van Slyke aslında eski çok iyi bir asker ve nükleer konuda bir uzman, aynı zamanda psikolojik sorunları olan birisidir. Bu araştırmadan rahatsız olan Werner Van Slyke Dr. David‘ in evde bulunmadığı bir esnada evine giderek olay çıkartır. Dr. David ise araştırmalarını derinleştirmiş ve Werner Van Slyke’ ın ölüm olaylarındaki rolünü fark etmiştir. Hastane kayıtlarında satıldığı gösterilen röntgen aletinin kobalt ünitesinin, küçük vakalarla hastaneye yatan hastaların yataklarının altına konularak, yüksek dozda radyasyon almaları ve ölmelerinin nedeni olduğunu kanıtlar. Olayların asıl kaynağının toplantı yapmakta olan yönetim kurulu başkanının oyunu olduğunu, asıl amacının kötü gidişatı körükleyerek, hastanenin CMV’ ye devrini gerçekleştirmek olduğunu anlar. Yönetim kuruluyla yüzleşmek için hastaneye gittiğinde psikolojik sorunları olan Werner’ in kobaltı masanın ortasına koyduğu ve yüksek dozdan bütün yönetim kurulunun etkilendiğini fark eder. Yönetim kurulu üyeleri bir süre sonra ölürken Dr. David ve Angela kızları Niki ile başka bir şehirde mutlu bir hayata başlarlar.

 

KÖR MELEK

 

Bu roman İtalya’da mafyanın devlete ve millete hakim olduğu ve kan kusturduğunu anlatıyor. Ama anlatım bir romandan ziyade anı veya gezi yazısı şeklinde. Yazarı İtalya’ya gezmeye davet ediyorlar. O gezisinde İtalya da yaşanan trajik ve kanlı olayları yerinde inceleyerek yaşamış gibi anlatıyor. Kitapta birbirinden bağımsız 15 kısa yaşanmış cinayet olayları anlatılıyor.

Bunların birinde ölümün kol gezdiği yerlerde, masumca ve suçsuzca öldürülen çocuklar anlatılmış. Bu çocuklara cinayet ruhu işletilmiş. Okula giderken ekmek götürür gibi silah götürüp birbirlerini vurmaları anlatılıyor. Günahsızca ölen çocuklar gökyüzüne melek olarak çıkıyor. Ama yukarılarda ya elektrik direğine ya da yerden sıkılan kurşunlara hedef oluyorlar.

Yazarın inceleyip anlattığı bir olayda ise belediye başkanı yani komiseri anlatıyor. Bu komiser bekar, yaşı geçmiş,cinsel fantezileri olan biridir. Şehirde yine kan oluk gibi akmakta, belirli yerler dışında halk sokağa akşamları çıkmıyor. Faali meçhulleri araştıran yok. Bu gün kimden kim ölecek diye merak ediyorlar.

Devlet adamları korumalarla geziyor ama hiç kimse birbirine güvenemiyor. Komiser yine bir gün hakimlerle toplantıya katılmak üzere yola çıkar. Toplantı binasına gider. Bunadığını düşünür. Beklemeye başlar. Adam değişir. Kızla kendini yalnız odada sanır. Birlikte olmak üzereyken hayalinden uyanır. Hakim gelmiş toplantı başlayacaktır. Komiser etrafına bakar, böyle bir kızı görmeye çalışır göremez sonra yine mekan değişir. Bekleme salonunda toplantıyı beklerken toplantının iptal olduğunu duyar. Dışarı çıkar, yanında korumaları yoktur. Beklediği yerde o kız yine karşısına çıkar, birlikte yemeğe çıkarlar. Mutlu bir gün geçirir. Akşama komiserin sıcak tek kurşunla ensesinden vurulmuş cesedi kentin bir köşesinde bulunur.

Başka bir ülkede ise cinayetlerin sosyal yönünü araştıran bir kişiye durum anlatılır. Karısı bu şehirden bu mafya aile kavgası kurşun ve cinayetlerden bıkıp başka şehre gider. Kocası ise araştırmalar sırasında karısının haklılığını kabul eder. Arkasından oda şehri terk eder.

Bazı evlerde cinayet o kadar ileri gidiyor ki kendini asma becerisi gösterenler evlerinde idam sehpası bile kurabiliyorlar.

İki arkadaş çocukluktan beri beraber kardeşçe büyüyor. Yiyip içtikleri ayrı gitmiyor. Büyüyünce biri amcasıyla kaçakçılığa diğeri okumaya gidiyor. Kaçakçı lider oluyor. Arkadaşını yanına alıyor birlikte çalışmaya başlıyorlar. Zaman sonra küçük bir miktar para için düşman oluyorlar. Aile kavgası başlıyor. Birçok insan ölüyor. En sonunda birbirlerini vuruyorlar.

İki arkadaş lokantaya giriyorlar, sakince yemeğini yiyen müşterilere aldırış etmeden kabadayılığa başlıyorlar. Ortalığı dağıtıp giderken kapıdan patron silahla girer. Şöyle der: Ülkemiz yaralıdır ve herhangi bir serseri dürüst insanları korkutmaya cesaret edebilir. Ben dayandım dayanıyorum, yalnızım, güçlülerin yasalarına boyun eğmeyi red ediyorum. Bu sunduğum son yemektir.

Diğer hikayelerde ise insanların iç sıkıntıları anlatılıyor. Maddi dünyada yaşanan şehirde oluşan kasvetli hava o bölgenin insanlarını ruhsal bozukluğa intihara bunalıma ittiğini anlatıyor.

 

 

GÜMÜŞ PATENLER

 

KİTABIN ADI
Gümüş Patenler
KİTABIN YAZARI
Elızabeth M. DODGE
YAYINEVİ VE ADRESİ
Akdeniz Yayıncılık Bağcılar / İSTANBUL
BASIM TARİHİ
Aralık 1998
KİTABIN YAYIM MAKSADI
Milli Eğitim Gençlik Ve Spor Bakanlığı, Talim Terbiye Kurulunun 27.05.1986 Tarih Ve 4429 Numaralı Yazısıyla 1739 Sayılı Kanun Gereği İlk Ve Orta Okullara Tavsiye Edilmiştir.

Hans ve Gretel, babaları bir sel felaketinde baraj duvarlarını sağlamlaştırmaya uğraşırken talihsiz bir kazaya uğrayan ve bunun sonucu olarak kendini bilmez bir şekilde yatan fakir bir ailenin iki çocuğudur. Babanın sağlığında ailenin maddi durumu orta halli hatta zengin sayılabilir. Çünkü; baba çok çalışmakta, zor günler için gereksiz harcamalardan kaçınıp sürekli para biriktirmektedir. Aile ayda bir altın ayırarak hem bir para kesesi, hem de eski bir çorabın içini doldurmuştur. Baba kazadan hemen önce bir arkadaşından şüphelenerek kimseye haber vermeden, uzun uğraşlar sonucu biriktirmeyi başardığı bin altını saklamıştır. Tam eşi Meitje’e sakladığı altınların yerini söyleyecektir ki, kendisinin tam on yılına mal olacak baraj duvarlarının tamiratıyla bizzat ilgilenmek ister. Ayrıca baba evden ayrılmadan hemen önce eşine birde saat vermiş, kendisinden bunu iyi saklamasını istemiş, eşinin şaşkınlığı karşısında saatin hikayesini dönünce anlatacağını belirtip aceleyle yola çıkmıştır. Ne var ki; o talihsiz kaza meydana gelmiş, babanın hafızasıyla beraber paralar ve sırlar da karanlığa gömülmüştür.

Bu olay esnasında Hans beş, Gretel ise iki yaşındadır. Çocuklar annenin olağanüstü gayretleriyle büyümüş, ailenin yaşam standardı ise iyice düşmüştür. Öyle ki ısınmak için turbaları, yemek için ekmeği zor bulmaktadırlar. Bu yokluk içerisinde Hans onbeş yaşında, yaşına göre iri ve gürbüz bir erkek, Gretel ise on iki yaşında, zayıf ve çelimsiz bir kız çocuğu olmuştur. Yaşadıkları kulübenin 1 km. ilerisindeki gölde buz üzerinde danseder gibi kayan çocukları gördükçe içleri gitmekte ama paten alacak paraları olmadığı için Hans’ın tahtadan yaptığı patenlerle idare etmek zorundadırlar. Ev işlerinden ve çalışmaktan arta kalan 1-2 saatlik zamanlarında, bu gıcırdayan tahta patenlerle kaymak en büyük zevkleridir. Yaşıtları onları küçümsemekte, fakir diye aralarına almamaktadırlar. Hans ve Gretel ise almış oldukları iyi terbiyeden ve çok onurlu olmalarından dolayı kimseye ne sıkıntılarını anlatmakta, ne de kimsenin yardımını kabul etmektedir. Sadece çok iyi yürekli bir kız olan Hilda ve en az onun kadar iyi yürekli Piyer onlarla ilgilenmekte, durumlarına üzülmektedir. Birkaç kez çocuklara yardım etmek istedilerse de bu çabaları boşa gitmiştir. Yalnız Hilda, Hans’ın kardeşine yaptığı çok güzel işlemeli ağaç kolyeden kendisine de yaptırmış, ancak bu yolla yardım kabul ettirebilmiştir.

Kasabada çok büyük bir paten yarışı yapılacaktır. Hans ve Gretel bu yarışmaya katılmayı çok istedikleri halde patenleri ve paraları olmadığı için katılamayacaklardır. Ancak Hans Hildaya yaptığı kolyeden elde ettiği parayla kardeşine bir paten alır. Kendisi de çok istemesine rağmen kardeşinin mutluluğu daha önemlidir. Hans kazananın gümüş patenlerle ödüllendirileceği yarışmayı ve ödülü düşünmeksizin Gretel’in mutlu olmasını istemiş, yarışmaya girmemiştir.

Bu esnada baba iyice saldırganlaşmış, bir keresinde eşi Meitje’i ocağa atmak istemiştir. Bir şans eseri Hans çarşıya giderken Hollanda’nın en iyi cerrahı olan Dr. Boehman ile karşılaşır. Dr. Boehman, Hans’ı ilk görüşte dilenci zannetmesine rağmen daha sonra çocuğun samimiyetine inanır ve babasının tedavisini kabul eder. Nitekim bir hafta geçmeden ameliyat gerçekleştirilir. Babanın hafızası yerine gelmiş, hasta iyileşmeye başlamıştır. Doktor bu işlem karşılığında hiçbir ücret kabul etmemiştir. Bu arada yarışlar yapılmış, Gretel kızlar arasında birinci olmuştur. Erkekler arasında da Hans, Piyer’in kazanması için uğraş vermiş ve bunda da başarılı olmuştur.

Baba kazadan önce eşine emanet ettiği ve saklamasını istediği saati tekrar görmek ister. Hastasını kontrol için gelen Dr. Boehman, saatin üzerindeki yazılar okununca şaşkına döner. Çünkü bu saat onun yıllar önce kaybettiği oğluna aittir. Ralf Brinker eşine ve doktora saatin sırrını anlatır :

Saatin üzerinde L.J.B. yazmaktadır. Kazadan hemen önce onbeş yaşlarındaki bir çocuk Ralf Brinker’in bindiği kayığa koşarak gelir ve kendisini bir iki km. ileriye götürmesini ister. Ralf Brinker kayıkçı olmadığını ne kadar söylediyse de dinletemez ve çaresiz çocuğu on km. kadar götürür. Çocuk cebinden çıkardığı saati babasına vermesini ister. Ayrıca babasının adresine mektup göndermesini, kendisini orada bulabileceğini söylemesini ister. Ancak hemen sonra meydana gelen kaza sonucu hafızasını yitiren Ralf Brinker’ın, iyileştikten sonra hatırlayabildiği tek şey Tom Hings diye bir isimdir. Tam bu sırada kapı çalmış, Piyer yanında iki arkadaşı olduğu halde içeri girmiştir. Ellerinde kırmızı bir kutu vardır. Kutuyu masanın üzerine bırakıp hastanın durumunu sorarlar ve kutunun Gretel’in kazandığı gümüş patenlere ait olduğunu belirtirler. Kutuyu inceleyen Hans, kırmızı deriden, gümüş işlemeli kutunun üzerindeki yazıyı farkeder. Dikkatlice bakıp Tomas Hings yazısını seslice okur. Piyer’in arkadaşlarından birisi Tomas Hings diye birini tanıdığını, O’nun Birmingham’da yaşlı bir deri ustası olduğunu söyler. Bunu duyan Ralf Brinker birden Dr. Boehman’ın oğlunun Birmingham da Tomas Hings ‘in yanına gideceğini anımsar.

Dr. Boehman’ın oğlu, babasının yanında stajyer olarak görev aldığı dönemde bir hastaya yanlışlıkla yüksek dozda ilaç vererek ölümüne sebep olduğu için kendini affetmemiş, bu yüzden de kaçarcasına kasabadan uzaklaşmış, daha önce babasının hastalarından biri olan Tomas Higs’in yanına Birmingham’a kaçmıştır. Tomas Hings’in yanında çırak olarak işe başlamış, bir usta olunca da ustası tarafından ortak alınmıştır .Kısa bir süre sonra ustası ölür ve fabrikanın başına kendisi geçer. Artık yeni patronun ismi Loran Boehman’dır.

Tomas Hings’in Birmingham’ da olduğunu öğrenen Dr. Boehman, oğluna kavuşmak için yakaladığı bu fırsatı değerlendirerek Birmingham’a doğru yola koyulmuştur bile. Tomas Hings’in fabrikasını bulur ve Loran’la karşılaşır. İlk görüşte birbirlerini tanıyan Boehman’lar birbirlerine hasretle sarılıp, bu on yıl içerisinde gelişen olayları ilk kez birbirlerinin ağzından dinlerler. Birbirlerine kavuşmanın verdiği mutlulukla kasabaya geri dönmek için yola çıkarlar. Brinker ailesinde ise hem Dr. Boehman’a olan gönül borçlarını ödemenin, hem de on yıldır çektikleri sefaletin, gün ışığına çıkan altınların bulunmasıyla sona ermesinin mutluluğu yaşanmaktadır.

Ralf Brinker, Loran’ın kasabada kurduğu yeni fabrikasında dolgun ücretle işe başlamış, Hans doktorluk eğitimi almak üzere doktorun yanında kalmıştır.

Yıllar sonra Hans ülkenin sayılı doktorları arasına girmiş,Gretel ise Hollanda’da güzel, ünlü ve aranan bir ses yıldızı olmuştur. Ralf ve Meitje Brinker mütevazi ve onurlu hayatlarına devam etmişlerdir. Loran Boehman ise ülkenin sayılı tüccarları arasında yerini almıştır.

Yıllar önce kendilerini fakir diye hor gören çocuklar ise; kurmuş oldukları ailelerinin geleceklerinden bile şüphelidirler.

Sonuç olarak unutulmamalıdır ki; insanlar fakir diye hor görülmemeli, dış güzellik yerine ruh güzelliğine bakılmalı ve her zaman ne oldum değil, ne olacağım diye düşünmelidir. Yapılan iyiliklerin asla karşılıksız kalmayacağı bilinmelidir.


 

HAREM

 

KİTABIN YAZARI : Ömer Seyfettin
YAYINEVİ VE ADRESİ : Bilgi yayınevi .Doyuran Matbaası tel:282291 İstanbul-1981

KİTABIN KONUSU :Sermet ile Nazan çiftinin birbirlerine güvemeyi nasıl kazandıkları.
KİTABIN ÖZETİ : Sermet adında bir adam ,karısı Nazan’ın kendisini başka bir erkekle aldattığını ,karısıda Sermet’in kendisini başka bir erkekle aldattığını zannediyor.
Modern yaşamı seven , lüks olmayı seven , dürüst ve sadakatli,kalbinde hiç bir kötülük olmayan bir kadındır.Ancak o zamanlar kadınlı erkekli eğlencelere katılmak hiç hoş karşılanmazdı.O ise eğlencelere hem katılıp hem de düzenleyen birisiydi.Bunda hiç bir kötülük düşünmezdi,bunu çağın gereği olarak görüyordu. Sermetse karısının böyle eğlenceler düzenlemesini , hatta o eğlencelerde bulunmasını bile istemezdi.Sermet lüks olmayı , kadınlı erkekli eğlenceleri hiç sevmezdi.Bunun asıl nedeni karısını olduğundan fazla kıskanıyordu. Bir gün Sermet karısının yine böyle bir eğlence düzenlediğini duydu.Sermet aslında Refi adında birinin karısıyla birlikte olduğunu düşünüyordu.Bu olay üzerine karısıyla tartışırlar ve kısa bir süre için ayrılırlar.Daha sonra Sermet yaptığı aptallığın farkına varır ve karısıyla oturup konuşmaya karar verir.Karısıyla şu karara varırlar ;kadınlar kadınlar arasında,erkekler erkekler arasında eğlencelere katılsınlar. Nazan da aslın da kocasını çok kıskanır.O da kocasının kendisiniRefi’nin karısı meliha ile aldattığını düşünür.Bunu ortaya çıkarmak ister.Bir gün bir eğlence düzenler.Bu eğlenceye Refi’yi getirmeye karar verir.Refi’de zaten Nazan’dan çok hoşlanmaktadır.Refi’ye derki seni haremime davet ediyorum der ve onun haremine geebilmesi için kara çarşafla gelmesini söyler.Refi herşeyi kabul eder.Nazan’ın asıl amacı Refi’nin nasıl bir adam oldoğunu onun karısına göstermektir. Sermette kendi haremine Meliha’yı davet eder.Melihada hemen kabul eder.Onun da gelebilmesi için erkek kılığına girmesi gerekmektedir.Bunu kabul eder meliha.Sermet’in de asıl amacı Meliha’nın nasıl birisi olduğunu Refi’ye göstermektir. Nazan’ sermet’in haremine erkek kılığında girmeyi başarır.Girer girmez Refi’ye sen burda benimleyken Refi’de kara çarşafla senin karını n yanında der.Bunu duyan sermet apar topar karısının haremini basar ve gördüğü manzara karşısında gölerine inanamaz.Refi’yi dehşet bir şekilde dövdükten sonra karısına döneceği sırada ,karısı ona bana olan güveni sarsma için aslında hiç bir yer ve mekan önemli değil , önemli olan benim sana olan sevgimdir,deyince Sermet halsızlık ettiğinin farkına varır.
ANA FİKRİ : Yalnız sevgiyle , bütün engelleri aşılır.
OLAYDA Kİ ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ : REFİ:Sevgiye kıymet vermeyen,zevkine düşkün birisi. MELİHA:Kendini beyenmiş , zevkine düşkün birisi. NAZANürüst,çağdaş,kültürlü,zevkli,sevmeye gerçekten kıymet veren birisi. SERMET:İçine kapalı , çağdaş olmaktan hoşlanmayan , kıskanç birisi. KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER : Kitap biraz eski Türkçeyle yazıldığı için sıkıcı gelebilir.Ancak konusu itibariyle harika bir kitap. YAZAR HAKKINDA KISA BİLGİ: ÖMER SEYFETTİN 28 Şubat 1884 tarihinde Gönen’de doğdu. Öğrenimine Gönen’de başlayan Ömer Seyfettin, Ayancık’ta ve annesiyle birlikte geldiği İstanbul’da Aksaray’daki Mekteb-i Osmaniye’ye devam etti. Eyüp’teki Baytar Rüşdiyesi’ni bitirip asker çocuğu olduğu için Kuleli Askeri İdadi’sine yazıldı (1893). Bir müddet sonra da Edirne Askeri İdadisi’ne naklolarak öğrenimini burada tamamladı. Daha sonra İstanbul’da Mekteb-i Harbiye’ye gelen Ömer Seyfettin, piyade mülazımı sanisi rütbesiyle buradan mezun oldu. İzmir’de Teğmen (1903-1910), daha sonra da üsteğmen olarak Rumeli’de görev yaptı (1908-1910). Askerlik’ten ayrılıp Selanik’e gelerek, Genç Kalemler Dergisi’nde yazmaya başladı. Balkan Savaşı’nda tekrar subay olarak orduya döndü. Yunanlılar’ın elinde bir yıl kadar esir kaldı. Esareti sırasında da öykü yazamaya devam ederek bunları Halka Doğru, Türk Yurdu ve Zaka dergilerinde yayımladı. İstanbul’a dönünce ordudan ikinci kez ayrılıp, ölümüne kadar Kabataş Lisesi edebiyat öğretmenliği yapan Ömer Seyfettin, 6 Mart 1920 tarihinde İstanbul’da öldü.’, ‘85.106.248.127′, 0, 0, 1);
(205, 187, 0, 66, ‘ömer Seyfettin - Beyaz Lale’, 0, 12, 1146836917, ‘ KİTABIN ADI : BEYAZ LALE KİTABIN YAZARI : ÖMER SEYFETTİN YAYIN EVİ VE ADRESİ : BİLGİ YAYINEVİ-ANKARA BASIM YILI : 1976 1.KİTABIN KONUSU: Balkan Savaşı sırasında, Bulgar asıllı bir binbaşı tarafından, Türk köylerinde özellikle kadın ve kız çocuklarına yapılan işkenceler bütün gerçeğiyle gözler önüne serilmiştir. Ayrıca buradaki Türkleri vaftizleyip Hristiyan yapıldıktan sonra nasıl öldürükleri anlatılmaktadır.Amaçları özgür bir Bulgartoplumu yaratmaktır. 2.KİTABIN ÖZETİ: Balkan Savaşından sonra bazı Türk köyleri bozguna uğramıştır.Bulgar asıllı binbaşı Radko Balkaneski’ nin bunda çok büyük payı olmuştur.Bu binbaşı Galatasaray Sultanisini bitirmiş,iyi tahsil görmüş bir kişidir. Serez’ de bulunan Türkler oldukça zengindiler. Bu binbaşının amacı buradaki müslümanların kaçamayanlarını toplamak, ilk önce işkence ile kasalarındaki ve bankalarındaki paralar alınıp, bu paralar Bulgar mekteplerine verilecektir. Daha sonra Türkler vaftizlenip Hristiyan yapıldıktan sonra öldürülecektir. Binbaşı Rako’ nun diğer bir amacı bu köylerdeki en güzel Türk kızını seçmektir.Binbaşıya göre 45 yaşı üzerindeki kadınlar ve 60 yaşı üzerindeki erkeklerin vaftizlenmesi uygun değildir. Genç bir Türk kadınının karnında on beş tane düşman taşıdığını düşünmektedir. Bu yüzden bir genç kadını veya bir kızı öldürmek on beş tane birden düşman öldürmek demektir. Binbaşı Radko’ nun en büyük işkencesi insanları soyundurup, kasaturayla vücutlarını yararak ateşe atmaktır. Çünkü vücudu yarılrn insan ateşte çok çabuk yanmaktadır. Bir gün binbaşı Radko köydeki 45 yaşı altı kadınları toplatıp bunlara işkence yapmaya karar verir. Kadınlardan soyunmalarını ister.Kadınlar bu istek karşısında inat ederler. Radko elinde çocuk bulunan bir kadının çocuğunu alır ve ateşe atar. Kadın bunun üzerine Radko’ nun boynunu sıkmaya çalışır. Ama komitalar buna engel olurlar.Kadını ellerinden tutarak karnını kasaturayla oyarak ateşe atarlar. İşkencelerden en ünlüsü ise ,canlı çukur,adını verdikleri tekniktir. İlk önce yere şişman bir kadın yatırırlar, onun üzerine beğendikleri diğer ikinci bir güzel kadını yatırırlar ve bu üstteki kadını alttaki kadına bağlarlardı. Bu kadının karnını kasatura ile oyarlardı.Kadın böylece bir iki saat içinde inleye inleye, kıvrana kıvrana ölmekteydi. Bütün bu olaylar yanı sıra Binbaşı Radko bütün köyü gezerek köydeki en güzel Türk kızını seçmeye çalışmaktadır. Herkesten topladığı isimlerden en çok göze çarpanları Hacı Hasan Beyin kızı Lale Hanım, Müderris Ahmet Efendinin kızı Naciye Hanım ve Kadri Ağanın kızı İclal hanımdır.Bunlardan Lale Hanım beyaz, Naciye Hanım kumral, İclal Hanım ise esmer tenlidir.Bu kızlardan Lale Hanımı seçer.Ve onu dünya güzeli ilan eder. Hemen Lale Hanımın bababsı Hacı Hasan Beyi yanına çağırır.Ona evlerini birkaç günlük için çarın oğlu ziyarete geleceğinden dolayı kullanacağını söyler.Ayrıca evde sadece kızı Lale Hanımın hizmetçilik yapmasını ve onun dışındaki herkesin evden ayrılmasını söyler.Hacı Hasan Bey bunu kabul eder.Hemen kızını evde bırakarak evden oğlu ve eşiyle birlikte ayrılır. Binbaşı Radko Hacı Hasan Beyin evine giderek kapıyı çalar.Lale Hanım kapıyı açmamakta ısrar eder.Radko kapıyı açmamakta ısrar eder.Radko niyetinin kötü olmadığını sadece çarın oğlunun gelerek bir kaç gün için evde misafir olacağını söyler.Lale Hanım buna inanmaz ve kapıyı açmamakta ısrar eder.Binbaşı Radko, tekrar niyetinin kötü olmadığını sadece evi birkaç dakikalığına gezip görmek olduğunu bütün nezaketiyle söyler. Lale Hanım sonunda dayanamayarak kapıyı açar. Radko içeri girer ve Lale Hanımı tam kafasında hayal ettiği gibi bulur.Evin odalarını gezmeye başlarlar.Birkaç oda gezdikten sonra artık dayanamayarak Lale Hanıma taciz etmeye kalkar.Lale Hanım Radko’ nun bu hareketleri karşısında bütün gücüyle direnir.Radko zorla onu öpmeye çalışır.Onu kucaklayarak yatağa götürür.Lale Hanımın artık bu işkencelere dayanacak gücü kalmaz.Aklına bir fikir gelir.Artık çok sıkıldığını biraz hava alması gerektiğini söyler.Radko sonunda Lale Hanımın yola geldiğini düşünerek sevinir.Ona hava alması için izin verir.Lale Hanım açık pencereye doğru gider ve hiç düşünmeden kendisini pencereden aşağıya çalılıkların arasına bırakıverir. Bunu gören Radko sinirinden ne yapacağını bilmez. Hemen pencereden aşağıya bakar.Lale Hanımın yerde cansız bir şekilde uzandığını görür.Koşa koşa yanına gider ve Lale Hanımın öldüğünü görür.Onu alarak tekrar yatağa götürür. Ölü olduğu halde, vücudunun daha sıcak olduğunu düşünerek ona tacie etmeye kalkar.Tam o sırada bir komita gelir ve aşağıdan Binbaşı Radko diye seslenir.Hemen apar topar aşağıya iner.Komita Radko’ ya durumu öğrenmek için geldiğini söyler.Bu arada Lale Hanımın cesedi soğumuştur.Ona hiçbir şey yapamadığı için sinirinden etrafı kırıp döker.
3.KİTABIN ANAFİKRİ : Balkan Savaşı sırasında, halk çok kötü işkencelere maruz kalmakta, eli kolu bağlı olması ve hiç kimseden manevi destek alamaması nedeniyle, zorla nasıl Hristiyanlaştırılıp öldürülmesidir.
4. KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ: Binbaşı Radko Balkaneski: Gayet zeki ve akıllı bir kişidir.Ama halka yaptığı zulüm ve işkence onun acımasız, duygusuz ve karaktersiz biri olduğunu bize göstermektedir. Hacı Hasan Efendi : Maddi durumu iyi olan bir zattır.Halk tarafından sevilen iki çoçuğu ve eşiyle geçinip giden birisidir. Lale Hanım : Tartışılmaz köyün engüzel kızıdır.Ailesi tarafından iyi yetiştirilmiş kültürlü bir kızdır. Yapılan bu işkencelere boyun eğmektense ölmeyi yeğler. 5.KİTAP HAKKINDAKİ ŞAHSİ GÖRÜŞLER: Bu eser.bizim tarihimizi anlatması itibarıyla çok güzel bir kitap.Olayda anlatılanlar gerçek olması yanısıra, olayların tüm çıplaklığıyla sade ve açık bir diile anlatılması söz konusudur.Çok akıcı ve sürskleyici bir kitap. Herkesin bu kitabı okumasını tavsiye ederim. 6.YAZAR HAKKINDA KISA BİLGİ : Ömer Seyettin; Gönende, 11 Mart1884’te doğdu. Dağıstan’dan göçen bir Türk ailesinin çocuğu olan Ömer Şevki Bey’in oğludur. Dört yaşında mahalle mektebine verildi. 1892’de İstanbul’da Yusufpaşa’daki Mekteb-i Osmani’ye kaydoldu. 1893 yılında Eyüp semtindeki Askeri Rüştiye’de subay çocukları için açılan özel sınıfa nakledildi. Romanları: Ashab-ı Kehfimiz (1918), Harem (1918), Efruz Bey (1919). Hikayeleri: Ölümünden sonra ilk defa Ali Canib Yöntem derledi (1926). Ahmet Halit Kitabevi 9 ciltte topladı (1938), Şerif Hulusi hikayeleri gözden geçirerek notlarla 10 cilt (1950), Rafet Zaimler Yayınevi 30 hikaye ekleyerek 11 cilt halinde yayınlandı. Bütün hikayelerini Bilgi Yayınevi yayınladı. İncelemeleri: Milli Tecrübelerden Çıkarılmış Ameli Siyaset (Tarhan takma adıyla, 1912), Yarınki Turan Devleti (1914), Türk Mefkuresi (Ayın Sin rumuzuyla, 1914). İncelemelerin hepsini Sakin Öner bir araya getirerek yayınladı (1975).

 

 

AKŞAM GÜNEŞİ

KİTABIN ADI AKŞAM GÜNEŞİ
KİTABIN YAZARI REŞAT NURİ GÜNTEKİN
YAYIN EVİ VE ADRESİ İNKİLAP YAYINEVİ ,CAĞALOĞLU/İSTANBUL
BASIM YILI 1982

1.KİTABIN KONUSU:
Eser, hareketli bir hayattan sonra hasta olan bir adamın başından geçen olayları ve aşklarını anlatıyor.

2.KİTABIN ÖZETİ:
Necati küçük yaşta annesini ve babasını kaybedene kadar ailesiyle birlikte Büyükada’da yaşar. Amcası onu İstanbul’a yanına alır ve büyütür. Amcasının iki kızı vardır. Necati orta okulu bitirdikten sonra askeri okula girer. Buradan mezun olduktan sonra amcasının yardımıyla Fransa’ya askeri akademiye girer. Fransa’da gönlünü epeyce eğlendirir. Buradan mezun olduktan sonra İstanbul’a döner. İstanbul’dan Şam’a tayini çıkar. Şam’da sıkıcı iki yıl geçirdikten sonra Bulgaristan’a tayini çıkar. Bu göreve gitmeden önce bir aylığına izin alır. Amcasının yanına gider. Burada amcasının büyük kızı, kocası ile sorunları yüzünden kendisini vurur ve felç olur. Kızıyla birlikte babasının yanına taşınırlar. Bu tatil sırasında Necati gönlünü komşu kızı Zehra’ya kaptırır ve kendisini beklemesini söyler.
Necati Bulgaristan’a giderken bir Türk çetesi treni durdurur. Necati’nin subay olduğunu anlarlar ve çeteye dahil ederler. Bu Türk çetesi Rum çeteleri ile çatışmalara girerler. Bir çatışmada Necati ağır yaralanır ve yolunu kaybeder. Dört gün gibi bir süre terk edimiş değirmende kalır. Birisi onu bu yerde bulur ve bir hastahaneye götürür. Değirmende kalırken çok kan kaybeder ve yarası mikrop kapar. Doktorlar, Necati’ye bundan sonraki yaşamında heyecan yaşamamasını, eğer çok heyecanlanırsa öleceğini söyler. İyileştikten sonra hastahaneden ayrılır ve İstanbul’a amcasının yanına döner. İstanbul’a gidince durumu Zehra’ya açıklar ve ondan ayrılır. Necati’nin amcası görev sırasında ölmüştür ve yeni haberi olur. Nilgün, Necati ile ilgilenir ve ona bakar. Bir süre sonra Nilgün, Necati ile evlenir. Hastalığından dolayı düzenli bir hayat sürmek için babasından miras kalan Büyükada’daki çiftliğe yerleşir. Bir süre sonra Leyla çifliğe ziyarete gelir. Leyla büyümüş ve genç bir kız olmuştur. Necati ve Leyla çiftlikte gezerler, ata binerler, beraber dolaşırlar. Bu sırada birbirlerine bağlanırlar. Ve bir gün baloda Leyla ile dans ederken aşırı heyecanlanır ve ölür.

3.KİTABIN ANA FİKRİ:
Hayat herzaman umduğumuz gibi gitmeyebilir, fakat değişikliklere kendimizi hazırlamalıyız.

4.KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:
NECATİ; gençliğini dolu dolu yaşamış, istegiği herşeyi yapmıştır. Geçirdiği hastalıktan dolayı eski hareketliliği kalmamıştır.
LEYLA; sevecen, çok güzel bir kızdır. Gönlünü genç yaşta Necati’ye kaptırır.
NİLGÜN; yardımsever ve iyi kalpli bir kızdır. Necati’ye çoçukluğundan beri aşıktır, fakat bunu söyliyemez.

5.KİTAP HAKKINDAKİ ŞAHSİ GÖRÜŞLER:
Olaylar başlangışta akıcıdır, fakat sonlara doğru okuyucuyu fazla etkileyememiştir. Eserde yabancı tamlamalar kullanılmasına rağmaen, anlaşılır bir dille yazılmıştır.

6.YAZAR HAKKINDA KISA BİLGİ:
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ ni bitirdi (1912). Bursa’ da başladığı (1913) öğretmenlik hayatına çeşitli okullarda devam etti. Milli Eğitim müfettişi (1931), Çanakkale milletvekili (1933-43), Paris Kültür Ateşesi ve emekli (1954) oldu, kanser tedavisi için gittiği Londra’ da öldü. İstanbul’ da Karacaahmet Mezarlığı’nda gömülü.

ROMANLARI;
Gizli El(1922),Çalıkuşu(1922),Damga(1924),DudaktanKalbe( 1925),Akşam Güneşi (1926),Bir Kadın Düşmanı (1927),Yeşil Gece (1928),Acımak (1928),Yaprak Dökümü (1930),Kızılcık Dalları (1932),Gökyüzü (1935),Eski Hastalık (1938),AteşGecesi (1942),Değirmen (1944),Miskinler Tekkesi (1946),HarabelerinÇiçeği (1953),Kavak Yelleri (1950),Son Sığınak (1961),KanDavası (1955).

HİKAYE KİTAPLARI;
Tanrı Misafiri (1927),Sönmüş Yıldızlar (1927),Leyla ile Mecnun (1928),Olağan İşler (1930).

 

ÇÖL YASASI

KİTABIN ÖZETİ :
Kitapta yaşanan olaylar Eski Mısır’da ve firavunlar döneminde geçmektedir. Kitabın kahramanları, bir mahalle yargıcı olan Pazer, ona deli gibi aşık olan karısı Neferet, onun can dostları Suti ve Kem, Mısır’ın soylu kişilerinden olan, nakliyeci Denes, saray başhekimi Nebomom, General Aşer, diş hekimi Çeçi, kimyacı Kadas, maliye bakanı Bel Tran ve bu kişilerin yanında çalıştırdıkları kişilerdir.
Mısır’ın soylu ailelerinden olan kişiler Firavun Ramses’in tahtına el koymak ve Mısır’ın yönetimini sırf kendi çıkarlarını düşündükleri için ele geçirmek istemektedirler. Bunun da tek yolu halkın Ramses’e ve geleneklerine olan bağlılığını çökertmek olduğunu düşünmektedirler. Bu yüzden de önlerindeki en büyük engel olan Yargıç Pazer’in ve Neferet’in hocaları olan yüce bilge Branir’i öldürmeleri gerekmektedir. Bu sayede Veziri ve Ramses’i daha kolay kandırabilecekler ve onları içten yıkacaklardır.
Bir komplo düzenlenir ve Branir öldürülür. Suç ise Yargıç Pazer’e atılır. Bunun üzerine Pazer mahkum edilir. Fakat Neferet, Kem ve Suti işin takibini bırakmazlar ve Yargıcın suçsuz olduğunu ispat ederek onu kurtarırlar. Yargıç, karısı ve arkadaşları bu işi bırakmazlar ve sonunu getirmek için takip ederler. Yargıç bu konuda soruşturma başlatır. Soylu kimselerle baş etmek o kadar da kolay değildir. Fakat Mısır’da yargıçların her konuda ve herkese karşı ayrımcılık yapmadan soruşturma yapma yetkisi vardır.
Yargıç Pazer soruşturmayı derinleştirdikçe komplonun içindeki her türlü pisliği tek tek ortaya çıkarmaktadır. Bu yüzden vezirin çok büyük saygısını kazanmıştır ve Mısır’ın en yüksek yargıcı konumundaki Kapı Baş yargıçlığına getirilmiştir. Artık işler daha kolay olmaktadır. Yargıç bu işten Ramses’in ve vezirin haberi olmadığını zannetmektedir. Fakat yavaş yavaş suçluları ortaya çıkarmakta ve adaletin sağlanmakta olduğunu düşünmeye başlamıştır. İşte tam bu sırada Ramses suçlulara karşı bir af yasası çıkarmıştır. Yargıç buna karşıdır ve afın yanlışlığı hakkında ve kaldırılması için bir yazı yazar. Bu yazı resmen Ramses’e karşı gelmek demektir ve bu yüzden sonu ölüm cezası olabilecek bir cezayla karşılaşabilecektir. Fakat düşüncesini Vezire karşı bile açık açık söyler, yazısını geri almayacağını bildirir. Bu hareketi Mısır’da kimse yapamaz ve herkes şaşırmıştır.
Ramses, Pazer’i yanına çağırır ve düşüncesinin hala devam edip etmediğini sorar. Pazer’in yanıtı kesindir. Sonu ölüm bile olsa düşüncesinden vazgeçmeyeceğini belirtir. Bunun üzerine Ramses, Pazer’e bütün gerçekleri anlatır. Gerçek şudur Ramses’e karşı komplo kuranlar, Mısır tarihi boyunca firavunun simgesi olan Aydemir’i çalmışlardır. Aydemir olmadan Ramses’in hiçbir özelliği kalmamaktadır. Komplocularda, Ramses’e bunu açıklamakla tehdit edip af yasasını çıkartmışlardır. Ramses çok zor bir durumdadır ve bir yıla kadar tahtını, Mısır’ın bütün geleneklerini yok edecek ve parlak geleceğini söndürecek kişilerin eline bırakacaktır.
Ramses Yargıç Pazer’in çok güvenilir, dürüst, çalışkan ve bilgili bir kişi olduğunu ve Branir’in özellikle Yargıç Pazer’i eğittiğini düşünmektedir. Bu işi en iyi Pazer çözebilecek ve Mısır’ın geleceğini kurtaracaktır. Firavun Pazer’e çok güvenir. Bu yüzden, Pazer’i zaten iyice yaşlanan ve yorulan vezirinin yerine atar. Eski vezir de Ramses’e kendi yerine geçmesi için Pazer’i önermiştir.
Pazer artık vezirdir. Devletin en üst makamındadır ve elinde büyük imkanlar vardır. Bu imkanlardan yararlanarak komplocuları tek tek yakalamaya başlar. Fakat bu komployu kuranların başını yine de bulamaz. Bütün ihtimaller bitmiştir ve hepsini yok etmiştir. Ama Aydemir hala ortalıkta yoktur. Daha derin araştırmalar onu çok güvendiği, Maliye Bakanı Bel-Tran’a götürür. Pazer Bel-Tran’la görüşmeye gider. Bel-Tran’a birkaç soru sorduğunda, o çok güvendiği ve inandığı Bel-Tran’ın sürekli gülen yüzü birden kızgın bir hal alır. Evet sonunda komplonun başını bulmuştur fakat Bel-Tran’ın suçlu olduğunu ve Aydemir’in onda olduğunu ispat edememektedir. Yasalar vezir dahi olsa hiç kimsenin hiç kimseye ispat edemeyeceği konularda ceza vermesini yasaklamıştır. Bel-Tran’ da bunu bilidiğinden Vezir Pazer’i de kandırıp tahta birlikte oturup, Mısır’a birlikte egemen olmayı teklif eder. Aksi takdirde ikisi de hiçbir şey kazanamayacak Ramses‘in krallığı sona erecek ve Mısır bir karanlığa sürüklenecektir. Pazer bunu engellemeli, Aydemir’ i bulup, Bel-Tran’ı yok etmelidir.
SONUÇ :
1. KİTABIN ANAFİKRİ :
Kitap, eski Mısır uygarlığındaki yargı sistemini, insanların yargıya, devletine ve geleneklerine bağlılığını, yargının özgür ve bağımsız olduğunu, hiç kimseye ayrıcalık tanınmadığını anlatıyor. Yine o tarihlerde de kendi menfaatleri uğruna hata yapan insanların bulunduğunu anlatıyor.
2. KİTABIN GETİRDİĞİ YENİLİKLER :
Kitap, yargı sisteminin herkes için eşit ve bağımsız bir yargı sisteminin insanların mutluluğu ve refah düzeyini arttırdığını belirtiyor.
3. KİTAP HAKKINDA GENEL DEĞERLENDİRME VE TEKLİFLER :
Kitap, konusu tarih-inceleme türü olmasına rağmen, anlatılış bakımından roman gibi olmasından dolayı akıcıdır. Kitabın insanı eski çağlarda yaşanan olaylarla, şimdi yaşanan olayları karşılaştırmaya ve yorum yapmaya iten bir konusu vardır.

 

İNSAN AKLININ SINIRLARI

 

KİTABIN ADI İnsan Akılının Sınırları
KİTABIN YAZARI L.Ron HUBBARD
YAYINEVİ VE ADRESİ Altın Yayınları Cağaloğlu / İSTANBUL
BASIM TARİHİ 1998 (2. BASIM)
KİTABIN YAYIM MAKSADI Zihin Üzerine Psiko-Somatik İnceleme

KİTABIN ÖZETİ :

Yazar L. Ron Hubbard’ın temel çıkış noktası olarak bütünsel bir zihin bilimini incelemeye çalıştığı ve bilimsel terminoloji yerine günlük dil ve gündelik örneklere başvurduğu bir psikoloji kitabı. “Dianetics” olarak adlandırılan bu bütünsel zihin biliminin temel dayanağı insan organizmasının temel dinamikleri ve insan zekasının bu dinamikleri oluştururken yaşadığı süreç. Yazarın başlıca savı “Dianetics” sayesinde bütün zihin süreçlerinin en ince ayrıntısına kadar takip edilebileceği. Yine zihne dair yöntemler kullanılarak süreci olumsuz etkileyen kimi kırılma noktalarına müdahale edilebileceğini öne sürüyor.

Dianetik; düşünmeyle ilgili kesin verilere dayanan tahminlere yer vermeyen bir daldır. Başlı başına bir tedavi tekniği içerir. Çünkü: Yöntem olarak kendine çözümlemeci yöntemi seçmiştir. Bu tedavi yöntemi diğer tedavi yöntemlerinde görülen, kişiliği yok etmek, insanın canlılığını söndürmek gibi yan etkileri olmayan aksine insanın canlılığını artıran bir yöntemdir. Tek amacı insanın temel noktasını keşfetmektir, gerisini çözümlemeci zihin halleder ve böylece şok tedavisi ya da cerrahi müdahale gibi insan beynine yararından çok zarar veren yöntemlere gerek duyulmaz.

Dianet’ikin süreçlerini iyice ortaya koyabilmek için bir organizma olarak insanı masaya yatırmakla başlıyor yazar. İnsanın temel dinamiğinin “hayatta kalmak” dürtüsü olduğunu öne sürüyor. Yaşam boyu organizma tüm tepkilerini, tüm duyularını hayatta kalmak üzere örgütlüyor. “Hayatta kalmak” dürtüsü ve bunun insan organizmasının temel dinamiği oluşu yeni bir şey değil. Başka bir çok kaynakta da yer alan bir önerme. Fakat daha önceleri bu dürtü sadece bireysel, sadece grupsal, sadece insanlık (tür) ve en nihayetinde sadece cinsel (üreme) olarak ele alınmıştır. Yazar hayatta kalma dürtüsünün bu dört dinamiği de kapsayacak şekilde olduğunu söylüyor. Kısacası insan hayatta kalma dinamiğini hem birey olarak kendisi için (nihai yaşama dair bir güdü olarak), hem çevresi için, hem insanlık için (sosyal yaşam) hem de cinsellik yani üreme için edinmiştir. Yazar dolayısıyla “hayatta kalma” dürtüsüne zarar verebilecek kimi bilinçsizlik anlarının bu dört öğeyi de etkileyecek psiko-somatik arazlara yol açacağını söylüyor.

Yazarın yaptığı sınıflandırmaya göre insan beynine hükmeden üç çeşit zihin var.

1. Analizci (Çözümlemeci) Zihin

2. Tepkisel Zihin

3. Somat zihin

Analizci zihin herkeste bulunan ve organizma için bir bilgisayar işlevi gören zihindir. Çalışabilmesi için algı, anı ve hayal gücüne ihtiyacı vardır. Tüm bu algıları, anıları ve hayalleri birer veri olarak alır ve depolar. Bunları depoladığı yer yazarın standart bellek bankaları olarak adlandırdığı yerdir. Bu bilgileri alırken organizma duyu organlarından yararlanır. Dolayısıyla analizci zihin organizmanın kendi içinden doğan ve direkt olarak organizmayı yöneten bir dinamiktir. Ama analizci zihnin en önemli işlevi, organizmayı organik olmayan arazlardan koruyan işlevi her “algı”yı “kavram” olarak dosyalayabilmesidir. Öte yandan tüm bu donanımıyla analizci zihin yaşamanın bütün mekanik işlevlerini kontrol edip, düzenler. Ve bu yüzden analizci zihinde meydana gelebilecek her türlü sapma, aksama organik bir takım somatik hastalıklara neden olur. Analizci zihin tüm algıları doğru şekilde depolayarak hayatta kalma dürtüsünü canlı tutar, acıdan kaçma ve korunmayı sağlar, en önemlisi “zevk” almayı sağlar. Görsel ve işitsel tüm sanatlardan duyulan zevkin kaynağı da buradadır. Çünkü organizma artık kendini korumayı, hayatta kalmayı başarmış ve daha yüksek amaçlara yönelebilir.

Tepkisel zihin ise yazara göre analizci zihnin düşmanıdır. Oda elindeki verileri depolar fakat onun depoladıkları bilinçsizlik anlarıdır. Onun başvurduğu bankalar engram bankalarıdır. Engram en yalın anlamıyla bir dokunun protoplazmada bıraktığı derin ve kalıcı izdir. Anıları, algıları değil bu engramlara başvurur. Engram herhangi bir nedenle bilinçsiz kalan organizmanın bu bilinçsizlik anında maruz kaldığı tüm algı ve duyulardır, çünkü yazara göre bilinçsizlik anında da organizma algılamaya ve duymaya devam eder. Engramların (Yazar çoğu zaman “iblis” olarak anıyor) varlığını laboratuvar deneyleriyle çok kolayca kanıtlanabileceğini söylüyor. Sonuçta engramların inorganik ve organik rahatsızlıkların temel kaynağı olduğu, acı ve ıstırap anlarında edinilen bu engramların organizma içinde varlığını sürdürecek dinamiklere sahip olduğunun altı çiziliyor.

Bu aşamada dianetik tedavi yöntemleri devreye giriyor. Yazara göre psiko-somatik ya da organik tüm hastalıkların kaynağı olan engramlarla baş etmek için geçerli hiçbir başka yöntem yok. Dianetik tedavi yönteminin başlıca çıkış noktası geri dönüşler. Hastalara hipnotize ve diğer teknikleri uygulayarak hastaların bilincini yaralayan zihindeki bu boşlukları ortaya çıkarmak ve onları analizci zihnin standart bellek bankalarına kazandırmaktan başka tedavi yöntemi yoktur. Son olarak yazar kimi psiko-somatik hastalıklardan örnekler vererek dianetik tedavinin bu tip durumlarda kullanması gereken teknikleri ortaya koyuyor.

 

MARTI

 

KİTAP ÖZETİ FORMU


KİTABIN ADI = MARTI
KİTABIN YAZARI = RICHARD BACH
YAYIN EVİ VE ADRESİ = Beyaz Yayınları/Nuruosmaniye Cad.
Kardeşler Han No: 3

BASIM YILI = 1987


1.KİTABIN KONUSU:
Martı, bir kuşun hiçbir şeyin onu caydıramadığı o devirde zorluklarla mücadele etmesidir. Hiç düşmemeyi değil, her düştüğünüzde ayaklarınızı daha sıkı basarak ayağa kalkabilmeyi öğreneceksiniz bu kitapta.

2.KİTABIN ÖZETİ:
O zamanlar martı Jonathan'in hayatini anlatan bir roman olarak okudum. Martı Jonathan diğer martılardan daha yükseklere uçmayı, dah derinlere dalıp en leziz balıkları avlamayı hedeflemiştir kendine. Ve her seferinde de bunu gerçekleştirip kendisine daha yüksek, daha derin hedefler seçmiştir. Richard Bach, herkesin bir hedefinin olması gerektiğini ve her seferinde bir öncekinden daha iyi hedefler seçmemiz gerektiğini, mutluluğumuzun bu olduğunu anlatmaya çalışmıştır.
Bach,özgürlük,direnç ve umut kavramlarını bir martının kanatlarına bindirirken,umutsuzluk ve boşluk içinde günlerini geçiren insanların serüvenlerini nasıl da ustaca ortaya koymuş.

3.KİTABIN ANA FİKRİ:
Özgürlük,direnç ve umut kavramlarını bir martının kanatlarına bindirirken,umutsuzluk ve boşluk içinde günlerini geçiren insanların serüvenlerini nasıl da ustaca ortaya koyuvermiş.Hayata dair umutları ve planları olan arkadaşlar için mükemmel bir kitap.Martı arkadaşlarına harika bir örnek olan Jeneten sizlerede güzel bir örnek olacak.


4.KİTAPTA OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:
Jonathan: Kendini hayata adamış,zorluklar karşısında yılmamış ama oldukça yıpranmış bir genç.
Mıchele: O da Jonathan ile birlikte hayata göğüs gerdi ama bunlarla çok fazla başa çıkamayıp öldü.
Stephan: Stephan, Mıchele aşık olmuştur fakat o da kendini Jonathan’a kaptırmıştır.

5.KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER:
Martı Jonathan'ın hayata atılışını anlatan bir hikaye kitabı.Yer yer resimlerle süslenmiş.Okuması zevkli dili sade.Bir martının isteklerini yerine getirme mücadelesine bir bakabilirsiniz.


6.KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ:
27 Mart 1889’da Almanya’da doğdu.1913’te ilk hikaye kitabını çıkarır.13 Aralık 1974’te İtalya’da’ öldü. Eserleri : Nostradamus 16.yy’da yaşamış bir kahindir. Kendisi aynı zamanda tıp doktorudur. Çağının en büyük belası olan vebaya karşı o zamanın şartları altında büyük başarı göstermiştir. Nostradamus kehanetlerini yaparken sadece geleceği görebilme yeteneğinden değil daha bilimsel yöntemlerden yararlanmıştır. Bunlar da çağının en kabul gören yöntemleri olan astroloji ve simyadır.

 

 

YAPRAK DÖKÜMÜ

 

YAZARI:REŞAT NURİ GÜNTEKİN
1.KİTABIN KONUSU:
Eserin konusu, gelir düzeyinin üzerinde bir yaşam sürdürmek isteyen bir ailenin dağılışıdır.
Yazar bu romanla okuyucuya;çılgın hayallerin,maddî israfların,gereksiz özentilerin hüküm sürdüğü bir ailede çöküntülerin başlayacağı mesajını verir.
Yaprak Dökümü, toplumsal gerçekleri ele aldığından basmakalıplıktan uzak,başarılı bir romandır.

2.KİTABIN ÖZETİ:

.
Ali Rıza Bey, şair ruhlu, içine kapanık, kendi hâlinde dürüst bir insandır. Prensipleri kendi prensipleriyle bağdaşmayan insanlarla çalışmak istemediği için şirketteki memuriyetinden istifa eder; Üsküdar'daki evine çekilir. Ali Rıza Beyin, Şevket isminde bir oğlu ile Fikret, Neclâ, Leylâ ve Ayşe adında dört kızı vardır. Ali Rıza Bey, işten çıktığı sırada oğlu Şevket yüksek maaşla bir bankaya memur olur; evin bütün yükü onun üzerine biner. Şevket, babası gibi iyi yetişmiş, karakterli, namuslu bir gençtir. Ailesine de son derece bağlıdır. Babasının doğruluk ve namus uğruna işten istifa etmesini uygun bulur. Buna karşılık Ali Rıza Beyin hanımı Hayriye Hanım durumdan hiç memnun kalmaz.
Bir süre sonra Şevket, Ferhunde adında hafif meşrep bir kadınla evlenir. Eğlenceye düşkün olan bu kadın, birbirinden genç, güzel ve hareketli, asrî olmaya meraklı olan Neclâ ve Leylâ'nın da karakterini bozar. Bir eğlence ve moda düşkünlüğü başlar. Evde sık sık partiler düzenlenir. Evin büyük kızı Fikret, yengesi ve kardeşleriyle anlaşamadığı ve bu durumdan hiç memnun olmadığı için en az babası kadar üzgün ve kırgındır. Hayriye Hanım, sırf kızlarına koca bulmak ümidiyle evde her değişikliğe razı olur. Şevket de olanlardan memnun kalmamasına rağmen belki de karısının tesiriyle kendisini bu hevese kaptırmıştır...
Evde gün geçtikçe itibarı düşen Ali Rıza Bey tekrar işe girmeyi düşünürse de başaramaz. Eğlenceler ve toplantılar için lüzumsuz yere para harcanan evde maddî sıkıntılar başlar; kavgalar, türlü rezaletler ve sefalet birbirini takip eder. Ali Rıza Bey, çocuklarındaki bu korkunç değişiklikler karşısındaki hayret, şaşkınlık ve acı içinde kıvranmaktadır. Evdeki bu anormal havaya ayak uyduramayacağını anlayan Fikret Adapazarı'na yaşlı, dul bir adama gelin gider. Böylelikle aile ağacının yapraklarından biri düşer. Ali Rıza Bey, çirkin durumlardan kurtarmak için kızlarını evlendirmeyi düşünür; fakat dürüst ve namuslu damat adayı bulamaz. Bu arada Şevket masrafları karşılamak için bankadan borç alır; sonra ödeyemez, hapse atılır. Böylece, ikinci yaprak düşer. Kocası hapisteyken Ferhunde evden kaçar. Bu üçüncü yaprağın düşüşü olur. Karısının kaçtığı haberini hapishanede babasından alan Şevket üzülmez, hatta bir belâdan kurtulduğu için memnun olur.
Ferhunde'nin kaçışı ile elebaşlarını kaybeden Leylâ ve Neclâ bocalarlar. Evde hakimiyet yine Ali Rıza Beyin eline geçer; toplantılara ve eğlencelere son verilir. Bu monoton hayat kızlara pek sıkıcı gelir; sırf bu havadan kurtulmak için Neclâ bin bir türlü hayaller kurarak, kendisini zengin gösteren bir Suriyeli ile evlenir. Fakat Suriye'ye gidince orada kocasının birkaç karısının daha olduğunu görür. Kendisini kurtarması için babasına mektuplar yazar. Bu dördüncü yaprağın düşüşüdür. Bu arada Leylâ kötü yola sapar. Ali Rıza Bey, kızını evden kovar. Leylâ bir avukatın metresi olur. Bu beşinci yaprağın düşüşüdür. Bu olaydan sonra Ali Rıza Beye hafif bir inme iner. Onu yiyip bitiren asıl hastalık içindedir. Leylâ da gittikten sonra ev büsbütün ıssız kalır. Hayriye Hanım bütün güç ve kuvvetini kaybeder. Leylâ yüzünden kocasına sık sık sitemlerde bulunur. Bunun üzerine Ali Rıza Bey, Adapazarı'na, Fikret'in yanına gider. Fakat aradığı huzuru orada da bulamaz; kalabalık bir aile hayatı içinde âdeta bir cehennem hayatı yaşayan Fikret, bütün iyi niyetine rağmen babasını yanında barındıracak durumda değildir. Bunun üzerine Ali Rıza Bey İstanbul'a döner, hastalığı ilerlediği için eve uğramadan hastahaneye yatar. Babasının hastalık haberini alan Leylâ onu hastahaneden çıkarır, kendi evine götürür. Taksim'deki lüks apartman katında hep birlikte rahat yaşamaya başlarlar. Ara sıra yolda eski kahve arkadaşları ile göz göze gelmese Ali Rıza Bey büsbütün huzur içinde olacaktır.



3.KİTABIN ANA FİKRİ:
Bilindiği gibi, Tanzimat'tan sonra toplumumuzda bir batılılaşma hevesi başlamıştı. Batılılaşmak yanlış anlaşıldığından; yüzyıllarca süren millî gelenek ve göreneklerimizden, karakterimizden sıyrılma olarak kabul edildiğinden, bu, birçok ailede birtakım felâketlere sebep olmuştur. Bugün bile içinde bulunduğumuz güç durumların esas sebebi budur. Birtakım toplumsal pürüzlere, karakter boşluklarına ışık tutması bakımından Yaprak Dökümü gerçekçi ve orijinal bir romandır.

4.KİTAPTAKİ OLAYLAR VE ŞAHISLARINN DEĞERLENDİRİLMESİ :
ALİ RIZA BEY: Ali Rıza Bey,şair ruhlu,içine kapanık,kendi hâlinde dürüst bir insandır.Dürüstlüğü ve namusluluğunu herşeyden önce tutar.
ŞEVKET:Şevket, babası gibi iyi yetişmiş,karakterli,namuslu bir gençtir. Ailesine de son derece bağlıdır.
HAYRİYE HANIM: Ali Rıza Beyin hanımıdır ve eğlenceye düşkün bir insandır.
NECLÂ VE LEYLÂ:Ali Rıza Beyin kızları olup,eğlence ve moda düşkündürler.
FERHUNDE HANIM: Şevketin eşidir.Eğlenceye düşkün meşrep bir kadındır.

6.KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ:

Çağdaş Türk edebiyatının oluşumunun öncülerinden olan Reşat Nuri Güntekin, roman, öykü ve oyunlarında toplumun farklı kesimlerinin sorunlarını dile getirmiş; yapıtlarıyla geniş kitlelere ulaşabilmiş biridir. Yarattığı etkileyici duyarlık evreniyle; toplumun moral değerlerinin gelişmesinde, yetişmekte olan yeni kuşakların duygu ve düşünce dünyalarının zenginleşmesinde yönlendirici olmuştur.
Reşat Nuri, 25 Kasım 1889'da İstanbul'da doğdu. Babası askeri doktor Nuri Bey'dir. İlköğrenimini Çanakkale İptidai Mektebi'nde yaptı. Çanakkale İdadisi'nde bir buçuk yıl okuduktan sonra, bir süre İzmir Frere'ler Okulu'na devam etti. Buradan tasdikname ile ayrıldı, sınavla girdiği İstanbul Darülfünun (Üniversitesi) Edebiyat Fakültesi'nde yükseköğrenimini tamamladı (1912). Bursa Sultanisi'nde Fransızca öğretmenliği yaptı (1913). İstanbul Vefa ve Erenköy liselerindeki müdürlüğü sonrası (1916-1919); Kabataş, Galatasaray, İstanbul Erkek liseleriyle; Çamlıca ve Erenköy Kız liselerinde Türkçe, edebiyat, felsefe, eğitbilim, Fransızca dersleri okuttu (1919-1931). Milli Eğitim müfettişi oldu (1931-39). Bir dönem Çanakkale milletvekili seçildi (1939-43). Milli Eğitim başmüfettişliği (1947); Paris Kültür Ateşeliği ve öğrenci müfettişliği görevlerinde bulundu (1950). Ateşeliği sırasında, UNESCO'da Türkiye temsilciliği yaptı. Emekli olduktan sonra (1954), İstanbul Şehir tiyatroları'nda edebi kurul üyeliğine getirildi. Kanser tedavisi Londra'ya gitti. 7 Aralık 1956'da burada öldü. Karacaahmet Mezarlığı'na gömüldü.
Yapıtları
Roman: Gizli El, 1922; Çalıkuşu, 1922; Damga, 1924; Dudaktan Kalbe,1925; Akşam Güneşi, 1926; Bir Kadın Düşmanı, 1927; Yeşil Gece, 1928; Acımak, 1928; Yaprak Dökümü,1930;Kızılcık Dalları,1932; Gökyüzü, 1935; Eski Hastalık, 1938; Ateş Gecesi, 1942; Değirmen, 1944; Miskinler Tekkesi, 1946; Harabelerin Çiçeği, 1953; Kavak Yelleri, (ö.s.), 1961; Son Sığınak (ö.s.), 1961; Kan Davası, (ö.s.), 1962.
Öykü: Recm. Gençlik ve Güzellik, 1919; Roçild Bey 1919; Eski Ahbap, 1919; Tanrı Misafiri, 1927; Sönmüş Yıldızlar, 1928; Leyla ile Mecnun, 1928; Olağan İşler, 1930.
Oyun: Hançer, 1929; Eski Rüya, 1922; Ümidin Güneşi, 1924; Gazeteci Düşmanı, Şemsiye Hırsızı, İhtiyar Serseri, 1925; Taş Parçası,1926; Bir Köy Hocası, 1928; Babür Şah'ın Seccadesi, 1931; Bir Kır Eğlencesi, 1931; Ümit Mektebinde, 1931; Felaket Karşısında, Gözdağı, Eski Borç, 1931; İstiklal, 1933; Vergi Hırsızı 1933; Hülleci, 1933; Bir Yağmur Gecesi, 1943; Yaprak Dökümü, (ö.s.), 1971; Eski Şarkı, (ö.s.), 1971; Balıkesir Muhasebecisi, (ö.s.), 1971; Tanrıdağı Ziyafeti, (ö.s.), 1971.

KENTE GİDEN YOL

 

KİTABIN ÖZETİ:
Kitapta Delia isminde , şehir yaşantısını çok seven fakat köyde oturan bir kızın başından geçen olaylar anlatılmaktadır. Delia beş kardeşli ,babası çiftçi,annesi ev hanımı olan ve yavaş yavaş olgunlaşmaya başlayan bir kızdır.Kardeşlerinden en büyüğü de kentte oturan Azelia’dır. Ailesi fazla zengin olmayan Delia’nın en büyük isteği bir an önce zengin bir kişiyle evlenip şehirde lüks bir hayata sahip olmaktı.Ablası Azelia böyle yapmıştı ve şu anda şehirde çok lüks bir hayata sahipti.Delia kente her zaman kardeşleri ve uzaktan bir akrabası olan Nini ile beraber gider , annesi ve babasının kıyafetlerinin kötü olmasından dolayı onlarla dolaşmazdı.Kente gidiş dönüşlerde Delia ,Gulio isminde bir gençle tanışmıştı.Onu tanıdığı içinde çok mutluydu.Çünkü Gulio’nun babası çok zengindi ve o, Delia’dan çok hoşlanıyordu.Bir gün Delia’nın babasına kızının Gulıo ile dolaştığı haberi geldi ve ona çok kızdı.Ama kız gene de buna aldırış etmiyor onla dolaşmaya devam ediyordu.Kız devamlı evlilik hakkında konuşuyor ve Gulio da ona sınavlarından sonra evlenebileceklerini söylüyordu.Bu arada kız bir de Nini ile beraber dolaşıyor ve Guilo da bu olaya çok sinirleniyordu.Birgün Delia çok hastalandı ve kendisinin hamile olduğunu anladı.Ama bunu annesine söylemeye çok korkuyordu.Gene de cesaretini topladı ve annesine bu olayı söyledi.Annesinin kızmasını beklerken ondan umalmadık bir tepki aldı.Annesi bir çaresinin bulunabileceğini söylüyordu.Babası bu olayı duyduğunda ise çok fazla sinirlendi.Onu neredeyse öldürebilirdi.Kızı babasının hiç göremeyeceği bir yere saklamayı düşündüler.Bu amaçla da onu evin tavanına yerleştirdiler.Bir süre sonra buranın uygun olmadığını ve kızın halasının yanına gitmesi gerektiğini söyleyip oraya yolladılar.Halasında kaldığı sürece çok az kişi ziyarete gelmişti .Ama Gulio hiç gelmedi.Delia’yı bir korku sardı.Gulio’nun onunla evlenmek istemediğini düşünmeye başlamıştı.Bir gün şehre onun yanına gitti ve oğlanla buluştu .Gulio ona evlenmelerinin çok yakın olduğunu söyledi.Aradan belli bir süre geçtikten sonra Delia çocuğunu doğurmuş ve nikah tarihi gelmişti.nikah oldu.Nikaha kızın annesi ve babasını kıyafetleri kötü diye götürmemişlerdi.Nikahtan sonra Delia ‘ya Nini’nin ölüm haberi gelmişti.Bunun sorumlusunun da Delia olduğu apaçık ortadaydı.Çünkü Delia ,Nini’nin kendini sevdiğini bildiği halde ona yüz vermiyordu . O da zaten son günlerinde hayattan iyice kopmuştu.Aslında Delia’da onu seviyordu ama şehirde yaşama sevgisi bu sevgiden daha üstün geldi ve onunla beraber olmadı.Delia amacına ulaşmıştı ve şehirde yaşamaya başladı.Ama bunu sağlayabilmek için çok şeyini kaybetti.

 

BOMBA

 

KİTABIN ADI BOMBA

KİTABIN YAZARI ÖMER SEYFETTİN

YAYIN EVİ BİLGİ YAYIN EVİ
BASIM YİLİ MAYIS 1997


1.KİTABIN KONUSU:
Milli dil ve kültürüne yabancı yetişen kimliğini bulmasıdır.

2.KİTABIN ÖZETİ:
Serin ve karanlık eylül gecesinin yıldızsız seması altında Selanik, sanki gündüzki heyacanlardan , gürültülerden yorulmuş gibi , baygın ve sakin uyumaktadır.Rıhtım tenhadır. Olimpos Palas’ın , Kristal’in, Splandit Palas’ın,diğer küçük gazinoların lambaları çoktan sönmüştür.Tramvay yolunu tamir için yığılmış parke taşlarının ilersinde,denize inen küçükmerdivenin başında,hareketsiz bir gölge dimdik durmaktadır.Gölgenin sahibi tahsilini Paris’te bitirip daha sonra dolgun bir maaşla İzmir’egiden ve orada aşık olduğu güzel bir İtalyan kızı olan Grazia ile evlenen genç mühendis Kenan Bey’dir.Kenan Bey Türklüğe, yani medeniyetsizliğe karşı olan garazi Avrupalılara, onların adetlerine, ananelerine, terbiyelerine,cemiyetlerine hayran olan ve bunları uygulayan kişiliği ile tanınmaktadır.Nazik ve şendir. savaşa tamamen karşıdır. İşte bu gece Kemal Bey kırk sekiz saat boyunca işittikleri,gördükleri gazetelerde okuduklarının etkisindedir. Son derece rahatsızdır. Çünkü savaş çıkmıştır. İtalya Trablus’a saldırmıştır. Hayran olduğu, insaniyte hizmet ettiğine inandığı Avrupalıların öceden önem vermediği hatta bazen çok doğal bulduğu hareketleri aklına gelmektedir. İlk Frasa’yı hatırlar. Daima fazilete, insaniyete hizmet ettiğini haykıran bu millet, yüz senedir Afrika’yı kana boyamakta, masum, silahsız insanları öldürmekte onları esir edip hayatlarını, ruhlarını zaptetmektedir. Daha sonra İngiliz’leri düşünür ve İspanyol’ları, Almanla’rı hatta Belçika ve Portekiz’lileri en sonunda da İtalyan’ları düşünür. Hepsi aynıdır. Kenan Bey yıllarca ruhunu zapteden bu toplumun, Avrupalıların naçiz bir kulu, hizmetcisi olduğunu düşündükce kahrolmaktadır. Düne gelinceye kadar kendisine bile Türküm demeye sıkıldığını ve bu memlekette kendisi gibi tarihinin büyüklüğünü, mazisinin şerefini, dedelerinin şanını bilmeyen, inkar eden, milliyetinden uzak ve hatta utanan nekadar Avrupalılaşmış renksiz olduğunu düşünerk yürür. Evine gitme düşüncesinden uzaktır. Şuursuz bir şekilde Splandi Palas’ın önüne gelir. Bir odaya çıkar ve yatağa uzanır. Yaşadığı olaylar onu şaşırtmış, mevcudyetini perişan etmiştir. Hakaretin, tecavüzün, itisafın şiddetinten ansızın uyanan millet, İtalyan mektebinin, acentasının, hastanesinin, hatta konsolosluğunun armalarını parcalamış, bayrak direklerini kırmış, sancaklarını yırtmıştır. Ne kadar İtalyan varsa şüphsiz kovulacaktır. İtalyan dostu görünecek bir Türk şüphesiz lanetler, nefretler, içinde tahkir olunacak, memleketten dışarı çıkarılacaktır. Başı ağrımakta başını arısından gözleri yaşarmaktadır. Yüzükoyun döner, gözünün önüne zevcesi, çoçuğu, evi gelir. O hiç böyle bir günü düşünmemiş bu ana kadar mesut yaşamıştır. Avrupadan geldiği seneyi, gençlik ve bekarlık günlerini hatırlar. Bir İtalyan’la izdaviç etmek, hayatını birleştirmek ona doğal görünmüş, hatta iftihar edebilecek bir mumtazlık gibi gelmiştir. Gerçi Grazia ile evlenmek istediğinde Grazia’nın babası Kenen Bey’in Türk oluşından dolayı bir barbar, bir medeniyet düşmanına kızını vermei şiddetle reddetmiştir. Daha sonra ise gerek kişisel menfaatlerini gerekse kızıyla yaptığı bir konuşma sonrasında Kenen Bey’i Rumeli ve Anadolu’da Türk namı altında yaşayan onyedi milyon Rumdan biri olarak değerlendirir. Hikaye, gençliğini Makedonya’da geçirmiş eski bir zabitin hatıralarından alınmıştır. Sene 1903 , yer Pirbeçik, genç zabit halinden ve içinde bulunduğu ortamdan oldukça şikayetçidir. Bu duruma rağmen kendine verilen görevleri yerine getirmeye çalışmaktadır. Genç zabit, devamlı İstanbulu düşünmekte, o güzel İstanbul günlerinde yaptığı hovardalıkları anmaktadır. Şuan içinde bulunduğu durumu o eski günlere ne kadar zıt olduğunu, çekilmez olduğunu düşünmektedir. Oysa kendisi Hayat-ı Askeriye ye başlamadan öncehayallinde mükemmel, muntazam, şık bir ordu vardır. Taburun tüfekçisi Agah Usta da, genç zabitin bu durumu halinin farkındadır. Agah Usta bir akşam genç zabitin odasın gelerek ona bozuk İstanbul şivesiyle nasihatler vermeye başlar. Ona artık İstanbul hayellerini bir kenara bırakması gerektiğini Olayları fazla kafasına takmamasını, gerektiğinde gülüp geçmesini hatta akşamları gerektiğinde bir tek atmasını ve kendisininde buna eşlik edebileceğini söyler. Agah Usta ayrıldıktan sonra genç zabit onun söylediklerinde doğruluk payı olduğuna kanaat getirir. Bir süre sonra genç zabitin Velmefçe taraflarındaki keşif görevine talip olur. Genç zabit kendisine verilen keşif görevi sırasında, düşmana ait boş erzak ambarları ve bir kaç köyden toplanan yüz-yüzelli kadar silahtan başka bir şey elde edememişlerdir. Çivarda bir çete olabileçeği ihtimaline karşı müfrezesiyle birlikte köyde kalır.
İlk günler oldukca zordur. Yerleştiği kırık dökük , pislik içinde olan ev ve bulunduğu ortam adeta bütün mevcudiyetini yok etmiş, caresiz bırakmıştır. Taki bir sabah penceresinden bakarken gördüğü Bulgar kızına kadar. Genç zabit bu kızdan çok etkilenir. Ona ilk görüşte aşık olmuştur. Yaşadığı bütün olumsuzlukları ona unutturmuş sanki aklını başından almıştır. Bütün her şeyi bırakıp uzaklara kaçmayı bile düşünmeye başlamıştır. Lakin kendisinin bir Türk zabiti olması, ailesini ve ülkesini kötü bir duruma düşmemesi için , uzaktan uzağa kendi içinde bir aşk yaşamaya başlar. Bulgar kızı da bu durumun farkındadır. Genç zabitin devamlı onu izlediğini ve gözetlediğini bilmektedir. Bulgar kızıda genç zabiti her gördüğünde şu şarkıyı söylemektedir.
‘Naş, naş
Çarigrad naş..
Raz-va-tri’
Bu şarkının kendisi için söylenen bir aşk şarkısı olduğuna inanan ve bundan çok etkilenen zabit şarkıyı kendince tercüme eder.
‘Seni çok seviyorum
Seni çok seviyorum
Balkanlar’dan Şıka’dan
Aşıp geldim sana
Genç zabit şarkı sözlerini bu şekilde çevirdikten sonra, genç kızın söylediği şekilde mırldanmaya başlayarak, kızın her geçişinde ona doğru söyler. Ne yazık ki genç zabit için ayrılık zamanı gelmiştir. Askerler manastıra geri çağrılmaktadır. Oysa genç zabıt güzel Bulgar kızıyla bir tek kelime bile konuşamamıştır. Ona bu şekilde veda etmeden gitmek iztemez. Çantasında hiç kullanmadığı kolonyayı gideceği sabah hancının çırağı ile göndermeye karar verir. Böylece genç zabitin gönderdiği hediyeyi genç kız ne reddedebileçek ne de teşekkür edebileçekti. O sabah zabit pençereden dışarı baktığında güzel kızı göremez. Yine de çırağı yanına çağırır ve hediyeyi tarif ettiği kıza teslim etmesini söyler, çırakta ona kızın adının Rada olduğunu söyleyerek odadan ayrılır. O sırada hancı içeri girer ve zabitin toplanmasına yardımcı olmaya başlar. Artık zabıt dayanamayarak Rada’yı tanyıp tanımadığını sorar. Hancıda kendisini pek tanımam ,ama babası iyi adam değildi, kilisede papaz iken kalktı bir gün komite oldu, geçen senede Velmefce’de vuruldu diye cevap verir. Zabit daha sonra o çok merak ettiği şarkı sözünün manasını sorar. Alacağı cevap onu yıkacak, kendisinden nefret etmesine neden olacak vicdanını rahatsız edecektir. Aşk şarkısı zannettiği şarkının Türkçe karşılı şudur. ‘Bizim olacak, bizim olacak İstanbul bizim olacak’
HÜRRİYET BAYRAKLARI
Hikayenin kahramanı olan Türk , sıcak ve yorgun geçen bir günün akşamında Demirhisar’dan Cumayıbala’ya gelerek bir otele yerleşir. Sabahleyin zurna ve davul seslerine karışan naralar, türkülerin gürültüsü ile uyanır.Gerinirken, bu kansız ve hakikate ancak manasız alkış tufanlarından ibaret olan zavallı düzme Türk inkılabının ikinci senesi olduğunu hatırlar. Milli bir bayram olduğunu “Lakin, acaba hangi milletin bayramı? “ diye düşünerek kalkar.Pencereden bakar,dışarıda karmakarışık bir kalabalık,kaynaşarak gitmektedir.Bulgar dükkanları açıktır.Sahipleri bu diyara yeni gelmiş hakim yabancılar gibi önlerinden geçen sırma cepkenli Türk delikanlılarına gülümseyerek bakmaktadırlar.Bir süre bu geçiş törenini , On Temmuz kutlamalarını izler.Dalmıştır, Türkiye’nin, vatanının ,bu mutlaka öleceğine iman edilen hasta adamın hayatını düşünür, yeise pek benzeyen acı bir hisle bütün zihniyetinin büzüldüğünü,işlemez bir hale geldiğini duymaktadır.Odanın kapısı açılır, Rum otelciatlarının hazır olduğunu söyler.Razlık’a gidecektir. Giyinir,yola çıkar.Bir saat sonra Papaz Bayırı’nı çıkan dik yokuşu tırmanmaktadır.Atından iner,tepeye çıkar.Biraz ileride bir atlı görür,kılıcının parıltısından bir zabit olduğunu anlar.Oda dinlenmektedir.yanına gider.Türkiye’de takdim vetakatdümebinced olmadığına Selam verir.Nereye gittiğini sorar. Gülümseyerek cevap verir.
‘Razlık’a efendim siz?’
‘Ben de’
‘O halde beraber gideriz’
Konuşmaya başlarlar. Konu politikadan açılır. Kahramanımız On Temmuz’un buralarda bile takdir olunduğunu söyler. Mülazım kahramanımızın hayretine canı sıkılmış gibi bir tavırla ‘On Temmuzu takdir etmek...’ bu da lafmı? Bu bizim en büyük en şanlı günümüz, en mukaddes milli bayramımız keşke bir gün yerine üç gün olsa der. Kahramanımız iddaaların aksini söyleyerek asabi munakaşacıları kızdırmak hoşuna gittiğinden ilave eder.
‘Hem bu nasıl milli bayram? Hangi milletin bayramı?’
‘Osmanlı milletinin.....’
‘Osmanlı milleti demekle Türkleri mi kasdediyorsunuz?’
‘Hayır, asla ... Bütün Osmanlıları... ‘
‘Bütün Osmanlılar kimlerdir?’
‘Tuhaf sual! Araplar,Arnavutlar, Rumlar, Bulgarlar, Sırplar, Ulahlar, Yahudiler,
Ermeniler, Türkler...Hasılı hepsi...’
‘Bunlar demek hep bir millet?’
‘Şüphesiz...’
‘Fakat ben şüpheliyim’ der.
Bu mümkün değildir ve bu imkansızlık nasıl riyazi ve bozulmaz bir kaide ise birbirlerinden tarihleri , ananeleri, meyilleri, müesseseleri, lisanları, mefkureleri ayrı milletleri cem edip hepsinden bir millet yapılamayacağını, bunları bir sayıp Osmanlı demesinin yanlış olacağını söyler Mülazım şaşırmıştır. Onun şüphesiz ilk defa işittiği, bu kadar basit ve adi bir hakikaten şaşalamasını sersemliğe çevirmek için sözlerine devem eder. Osmanlılık kelimesinin duveli bir tabirden başka bir şey olmadığını , Rumlar’ın, Bulgarlar’ın, Sırplar’ın, bütün o eski esirlerimiz olan bugünkü uyanık milletlerin, Türkler’den intikam almak ve kendi öz kardeşleriyle, Balkan hükümetleriyle birleşmekten daha tabi daha makul, daha haklı mefkureleri olmayacağını anlatır. Lakin mülazım anlamadığını, gözlerinden, birden coşmasından anlaşılmaktadır. Mulazım ‘sizinle münakaşa edemem’ der. Çünkü fikirlerimiz taban tabana zıt...! Ayağa kalkarlar, atlarını yedeğe alarak yüremeye başlarlar. Bir süre sonra mülazım ‘ah, bakınız azizim...’ diye haykırır, ‘bakınız işte Osmanlılığın şahidi’.
Parmağıyla bin metre kadar ileride ucurumlu bir yarın kenarındaki küçük bir Bulgar köyünü gösterir. Köydeki sallanan kırmızı kırmızı hürriyet bayraklarının bugünkü Osmanlıların birbirleriyle en samimi ve hakiki kardeş olduklarını dünyaya anlaktıklarını, bu mukaddes On Temmuz gününü alkışlayan kırmızı bayrakları gösterir. Bulgar köyündeki insanların, Osmanlı vatanına düşmanlar hücum ettikleri zaman kendilerinden önce onların koşacaklarını, Osmanlılık namına kanlarını dökeceklerini savunur. Kahramanımız kendini tutamaz ve ‘Bu Bulgar’lar ha?...! der.
‘Evet bu Bulgarlar en sadık Osmanlılardır. Komitacılarla hiç münasebetleri yoktur. Fakat siz mutassıpsınız inanmazsınız. Daha sonra yollarından bir buçuk saat kaybedecek olmalarına rağmen kahramanımız mulazımın ısrarlarına dayanamaz ve köye gitmeye karar verirler. Köye geldiklerinde mulazımın en sadık dost dediği Bulgar’ların, tam aksine vurdumduymaz tavırları , hain ve kızgın bakışları ile karşılaşmışlar ve en önemliside mülazımın hürriyet bayrakları sandığı şeylerin aslında hava aldırmak üzere güneşe asılmış kırmızı biber dizeleri olduğunu şaşkınlık ve acı içinde görmüşlerdir.


3.KİTABIN ANA FİKRİ:
Türklük, Türkçülük ve milli benlik fikridir.


4.KİTAPTAKİ ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:
KENAN BEY;Avrupa’da çalışan bir mühendistir.Sonuçta Avrupa’ya gittiği için pişman oluyor.Vatanı seven bir kişidir.

GRAZİA;güzel ve kendi kültürüne bağlı bir kadındır.Kenan bey’in eşidir.Türklerin düşmanı olarak sayılır.

PRİMO;Kenan beyin oğludur.Türk olduğunu için gurur duyardı,fakat Türkçe konuşmayı ve Türk kültürünü bilmedi.Kenan beyin etkisiyle kendi kültürünü sarılıyor.

5.KİTAP HAKKINDAKİ ŞAHSI GÖRÜŞLERİ:
Kitap abartılı bir şekilde yazılmamış.Gerçeği anlatan bir kitaptır.Yabancı bir ülkede yaşamak nekadar zor olduğunu anlatıyor.Vatana herzaman saygı ve sevgi duymalıyız.




6.YAZAR HAKKINDA BİLGİ:


28.2.1884 tarihinde Gönen'de doğdu. Öğrenimine Gönen'de başlayan Ömer Seyfettin, Ayancık'ta ve annesiyle birlikte geldiği İstanbul'da Aksaray'daki Mekteb-i Osmaniye'ye devam etti, Eyüp'teki Baytar Rüşdiyesi'ni bitirip asker çocuğu olduğu için Kuleli Askeri İdadi'sine yazıldı (1893), bir müddet sonra da Edirne Askeri İdadisi'ne naklolarak öğrenimini burada tamamladı. Daha sonra İstanbul'da Mekteb-i Harbiye'ye gelen Ömer Seyfettin, piyâde mülâzımı sânisi rütbesiyle buradan mezun oldu. Teğmenlikle İzmir'de (1903-1910), sonra üsteğmen olarak Rumeli'de görev yaptı (1908-1910). Askerlik'ten ayrılıp Selanik'e gelerek, Genç Kalemler dergisinde yazmaya başladı. Balkan Savaşında tekrar subay olarak orduya döndü, Yunanlılar'ın elinde bir yıl kadar esir kaldı. Esareti sırasında da öykü yazamaya devam ederek bunları Halka Doğru, Türk Yurdu ve Zakâ dergilerinde yayımladı. İstanbul'a dönünce ordudan ikinci kez ayrılıp, ölümüne kadar Kabataş Lisesi edebiyat öğretmenliği yapan Ömer Seyfettin, 6 Mart 1920 tarihinde İstanbul'da öldü..

Öykü Kitapları

Sağlığında, Tarih Ezelî Bir Tekerrürdür (1910), Harem (1918), Efruz Bey (1919) adlı hikâye kitapları yayımlandı. Bilgi Yayınevi Bütün Eserleri adıyla yazarın tüm çalışmalarını 16 kitapta topladı. Ömer Seyfettin'in bu seriden basılan öykü kitapları şunlar: Kahramanlar, Bomba, Harem, Yüksek Ökçeler, Yüzakı, Yalnız Efe, Falaka, Aşk Dalgası, Beyaz Lale, Gizli Mabet.

 

ÇALI KUŞU

 

Pek küçük yaşındayken annesi ölen Feride, babası da sınır sınır dolaşan bir subay olduğu için büyükannesinin yanında büyümüştür. Okul çağına gelince Feride'yi İstanbul'da ki bir Fransız kız yatılı okuluna yollamışlardır. Feride neşeli, zeki, çok asi, ele avuca sığmaz çok hareketli bir kızdır. Fırsat buldukça bir erkek gibi ağaçlara tırmanıp daldan dala atladığı için öğretmenlerinden biri onu çalıkuşuna benzetmiş, sonra da bu benzetme, onun adı olarak kalmıştır.

Babasının da ölmesi üzerine Feride'nin, yakını olarak sadece bir teyzesi kalmıştır. Feride, okulun büyüklü küçüklü tatillerini her zaman teyzesinin evinde geçirmektedir.Bu teyzenin Kamuran adlı, Feride'den büyük bir oğlu vardır. Kamuran Feride'ye karşın ağır başlı, kız gibi bir erkektir. Bu yüzden Feride sürekli onla dalga geçmektedir. Fakat bunların arasında Kamuran, Feride'yi farkında olmadan büyük bir aşkla sevmeye başlamıştır. Bu sevgi bir sure sonra karşılıkta görür. Feride de Kamuran'a karşılık vermektedir. Feride'nin teyzesi de bu durumu çok istediği için, Feride okulunu bitirdikten sonra iki gencin evlenmeleri kararlaştırılır.

Düğün hazırlıkları tamamlanmak üzereyken, bir gün kadının teki çıka gelir ve Feride'ye Kamuran'ın Avrupa'da bulunduğu sırada orda bir kızla aşk yaşadığını söyler. Bu durum hiçbir şeyi umursamaz gibi görünen Feride'yi çok derinden etkilemiştir. Feride bunun sonucunda gururuna yenilir ve derhal teyzesinin evinden uzaklaşır, yolunu izini kaybettirir. Bu yüzden evlenmede gerçekleşemez.

Feride nereye gideceğini düşünürken onu çok seven süt annesi aklına gelir ve oraya gider. Süt annesi onu görünce çok sevinmiştir. Feride bir süre süt annesinin evinde kalır. Bu arada oraya buraya başvurur bir iş için çünkü süt annesini daha fazla rahatsız edemeyeceğini ve yanındaki paranın da ona çok fazla yetmeyeceğini bilmektedir. Başvurularının sonunda Anadolu da bir ilkokul öğretmenliği elde eder. Şimdi o hayat dolu hiçbir şeyi umursamayan genç kız artık bir öğretmen olmuştur. Feride Anadolu'yu hiç yadırgamaz. Zeyniler adlı bir köyde öğretmenliğe başlar. Zeyniler köyü Anadolu'nun çok ücra bir köşesindedir. Bu köyde Feride yaptığı her şeyi günlüğüne yazmaya başlar.

Bir zamanlarının hayat dolu asi genç kızı şimdi hayatı tanıma yolundadır.İster istemez ağır başlı olmayı öğrenmiştir. Ama başına gelen bunca şeye rağmen kötümser değildir. O köydeki fakir üstü yırtık pırtık olan öğrencilerini çok sevmiştir. Öğrencilerinin her biriyle ayrı ayrı ilgilenmek ona büyük bir zevk vermektedir. Öğrencileri arasında Munise adında ortada kalmış, annesi kötü yola düşmüş bir kız vardır. Annesi yüzünden köylüler kızı da hiç sevmiyorlar. Feride, Munise'ye acır ve onu evlatlık alır. Feride çok mutlu olmuştur , aynı zamanda Munise de çok sevinmiştir bu olaya.

Bir süre sonra Zeyliler köyü okulu da kapatılır. İşsiz kalan Feride başka bir yerde öğretmenlik yapmak için başvurmak amacıyla ile gider. Milli Eğitim Müdürlüğünde eski bir okul arkadaşına rastlar ve onunla Fransızca konuşur, Milli eğitim müdürü de bu olayı görünce, Feride'yi merkezde kız öğretmen okulunda Fransızca öğretmeni olarak görevlendirir. Feride fiziki olarak çok güzel bir kızdır ve bu fiziki güzelliğinin burda çok fazla göze çarpması Feride'yi endişelendirir. Ayrıca Feride'nin öğretmenlik yaptığı okuldaki müzik öğretmeni de Feride'ye karşı büyük bir aşk duymaktadır. Fakat bu aşk bir ümitsiz vakadır. Ayrıca şehirde büyük dedikodulara da yol açmıştır. Feride'nin burda peşine bir çok erkek düşmüştür. Bu durum ise Feride'yi endişelendirmektedir. Bu yüzden tayinini ister. Böylece birkaç yer dolaşır. Bir surede İzmir'de varlıklı bir ailenin kızlarına da özel ders verir. Fakat Feride'nin gittiği her yerde müthiş fiziği ve güzelliği başına dert açmaktadır. Feride'nin bu güzelliği ve yalnızlığı çok kişinin dikkatini çekmektedir.

Feride daha Zeyniler'deyken bir askerin yaralanması ve oraya getirilmesi sırasında doktor Hayrullah Beyle tanışmıştır. Doktor, Feride'ye bu kadar güzel bir kızın böyle bir yerde ne aradığını, kesinlikle bir aşk meselesi yüzünden gelmiş olduğunu söylemiş Feride ise bunu reddetmiştir.Yıllardan sonra tekrar Kuşadası'nda buluşurlar.Bu sırada Feride'nin okulu kapatılıp hastaneye çevrilmiştir. Feride artık doktorum himayesine girmiştir. Bir hasta bakıcı gibi doktora yardım etmiştir. Doktor Feride'yi ve artık büyümüş olan Munise'yi kendi öz kızları gibi sevmektedir. Ancak bu sırada doktor bir gün ağır hastalığı olan birine bakmaya gittiği zaman Munise ağır bir şekilde hastalanır. Doktor dönesiye kadar kız yavaş yavaş, acı çeke çeke ölür. Munise'nin nezle sanılan hastalığı kuşpalazıdır.

Feride, Munise'nin ölmesinden sonra kendini kaybedecek şekilde hastalanır. Günlerce doktorun evinde yatar. İyileştiği sıralarda doktor Hayrullah bey ne kadar yaşlı olursa olsun ikisi için bir söylenti çıkmıştır. Bu da o zamanın şartlarından dolayı olmuştur. Kasabayı türlü dedikodular alıp götürmektedir. Bekar bir erkeğin evinde genç güzel ve bekar bir kadının olması çok fazla dedikoduya yol açmıştır. Doktor bu dedikodulardan kurtulmak için çok pratik bir yol bulmuştur. Feride'yi de zorla ikna ederek evlenmişlerdir. Ancak tabiî ki bu evlilik sadece kağıt üzerindedir ve dedikoduların bitmesi içindir. Feride doktoru babası gibi sevmektedir. Doktor, Feride'nin defterini bulmuş ve baştan sona kadar okumuştur. Feride'nin her şeye rağmen Kamuran'ı sevdiğini öğrenmiştir. Gizli araştırmalar yapar. Kamuran bu zaman içinde evlenmiş ve eşi ölmüştür. Şimdi dört yaşlarındaki çocuğu ile yaşamaktadır. Doktor, Kamuran'a bir mektup yazar ve bu mektupta Kamuran'a bütün olan biteni anlatır. Feride ise bu sırada defterinin kaybolduğunu sanmaktadır ve defterini bütün aramalarına karşın bulamamıştır. Doktor yazdığı mektupla defteri ve bazı belgeleri paket haline getirmiştir. Feride'ye ölümünden sonra bu paketi Kamuran'a götürmesini vasiyet etmiştir.Doktor zaten oldukça yaşlıdır bu yüzden kısa bir süre sonra da ölür.

Feride, doktorun ölümünden sonra, hem paketi teslim etmek hem de çok özlediği teyzesini görmek üzere, Tekirdağ'a teyzesinin yanına gider. Niyeti orda fazla kalmamaktır. Paketi teslim edip bir iki gün kalıp Kuşadası'na geriye dönmektir. O günlerde ne rastlantı ki dinlenmek için Kamuran da Tekirdağ'a gelmiştir. Feride paketin içinde neler bulunduğunu bilmemektedir. Bu içinde neler bulunduğunu bilmediği paketi teslim eder. Ama doktorum öldüğünü onlardan gizlemiştir. Böylece Kuşadası'nda doktorun yaşadığı bahanesiyle zorlanmadan geriye dönebileceğini ummaktadır. Fakat umduğu gibi olmaz teyzesi bu paketi Feride gitmeden bir gün önceden Kamuran'a verir. Kamuran o gece kardeşiyle birlikte defteri okur. Böylece, Feride'nin kendisini hala sevmekte olduğunu anlar. Hem de doktorun tembihlerini öğrenir. Kendisiyse, Feride gittiğinden beri Feride'yi unutamamıştır ve hala sevmektedir.

Feride, yeterince kaldığını ve geri dönmesi gerektiğini söyleyerek yola çıkmak üzere hazırlanır. Feride hayatla çok didişmiş ve artık bu gücünü yitirmiştir. Artık doktorunda olmadığı Kuşadası'na gitmek onunda hiç işine gelmemektedir. Kuşadası'na dönmek, Feride'yi çok fazla üzmüştür. Ama bu durumunu etrafındakilere hiç belli etmemektedir. Bunu etrafındakilerin anlamasını istemez. Feride'yi götürecek araba kapıya yaklaşır. Fakat bu bir oyundur. Kamuran ve kardeşinin hazırladığı bir oyundur. Feride arabaya yaklaştığı zaman arabadan birden Kamuran iner ve Feride'yi kucaklar. Zaten tüm ev halkı da Feride'nin tekrar yuvadan uçmasını istemiyorlardır. Bunun için tüm ev halkı elbirliği yapmıştır. Feride'nin tüm istemiyormuş gibi davranmaları olmaz demeleri falan boşadır. Kırık dökük kelimelerle bu oyundan kurtulmaya çalışmıştır ama nafile kurtulamamıştır. Çünkü, Kamuran artık kararlıdır ve ikinci bir gaflete düşmeyecektir. Bunu Feride'ye de onu bir daha kaybetmeyi göze alamayacağını ve onu şu an bile deliler gibi sevdiğini söyler. Çalıkuşu, gizli bir mutlulukla ve huzurla kendini Kamuran'ın kollarına atar.

 

 

KÜÇÜK OTELLER

 

KİTABIN ÖZETİ
Bu kitap, büyük otellerden hoşlanmayan, toplu ve kalabalık yerlerde bulunmaktan zevk almayan, daha sade ama anlamlı, tarihi dokusu ve bir kişiliği olan mekanlarda kalmayı erdem sayan ve bu ortamlarda tatillerini geçirmeyi hobi edinen insanların bakış açısıyla kaleme alınmıştır.
Kendi deyimleriyle beş yıldızlı otellerden hoşlanmayan, her ikisi de rehber olarak Anadolu'yu yıllarca dolaşan, Türkiye'deki çok yıldızlı otellerin birçoğunu yakından tanıma fırsatını bulan, bu işletmelerin yöneticilerini, sorunlarını yakından bilen bir çiftin anılarıdır. Birçoğunun profesyonelliğini, iyi niyetini takdir ettiler. Tek tip ruhsuz odalardan, bin kişinin aynı anda yemek yediği restoranlardan, birbirinin eşi açık büfelerden, sanayi tipi kahvaltılardan, klor kokulu havuzlardan, bir örnek kesilmiş çimlerden, profesyonel animatörlerden, üniforma giydirilmiş garsonlardan pek hoşlanmadıklarını belirtmektedirler.
Kendi tatillerinde daima standart dışı güzellikleri aradılar. Kendilerini olağan dışı bir ev sahibinin özel misafiri gibi hissettiğimiz yerlerde daha mutlu oldular. Odalardaki şahane dolabı nereden bulduğunu veya kime yaptırdığını ona sorarak sohbet ettiler. Kahvaltıda ev yapımı reçelleri, balları, peynirleri, bahçede yıllar boyu harcanmış bir sevgi ve emeğin izlerini aradılar. Sevdikleri bir pansiyonun arazisinde bir sabah gün doğarken değişik hayvanların gezdiğini gördüler. Bir başkasında, fırtınalı bir Şubat gecesi, ev sahibi ve kasabanın ileri gelenleriyle, eş-dostla ve ahbaplarla geç saatlere dek oyunlar oynadılar. Belki artık eskisi kadar genç olmadıklarından, kaldıkları yerlerde belli bir konforu hep aradılar. Ama konforu amaç haline getirmediler.
Çevresi, ortamı ve yatağı temiz, banyosu sıcak, viskisi buzlu olduğu sürece, yüz yıllık bir köy evinde geçirdikleri tatili, klimalı ve oda servisli tatil köylerine daima tercih ettiler. Bu rehber, yazarlarla aynı duyguları paylaşan insanlar için hazırlanmıştır.
Artık bugünkü dünyada ve ortamda turizmin gittikçe kitleselleştiği şu günlerde, bireysel hizmeti ve sıra dışı güzellikleri ön plana çıkaran kuruluşları tanıttılar. Ülkemizde bu nitelikte yerlerin sayısının hızla artmakta olduğunu ve hatta orta boy bir rehberi dolduracak düzeye eriştiğini görme fırsatı da bu kitabın yazarlarını ziyadesiyle memnun etmiştir.

 

ACIMASIZ MİRAS

 

KİTABIN ADI Acımasız Miras
KİTABIN YAZARI Heınz G. KONSALIK
YAYINEVİ VE ADRESİ Altın Kitaplar Yayın Evi Cagaloğlu / İSTANBUL
BASIM TARİHİ Ocak-19995
KİTABIN YAYIM MAKSADI Miras Kavgasının İnsana Neler Yaptırabileceği Kitabın Bütün Olarak Veya Bölüm Bölüm Özeti

KİTABIN ÖZETİ :

Genç Kız zengin babasının ölümüyle her şeyini kaybeder. Çünkü akrabaları onun akıl hastası olduğunu ileri sürerek hastaneye kapatılmasını sağlamışlardır.

Gisela’nın babası bir av sırasında kardeşinin kumar parası için Şirketten para aldığını öğrenir ve kavga ederler. Daha sonra bir kaza sonucu vurulur. Av sırasında vurulduğu için kaza olarak kayıtlara geçmiştir. Bruno Peltıner‘ nın ölmesiyle tüm miras kızına kalmıştır. Ewalt Peltiner’ın şirkette çalışmasını ve kalan mirastan şirkete olan borcunu kesilmesini ister. Anna Felburg ise şirketin karından % 10 nun verilmesini bildirir. Bunu kabullenemeyen Eward para karşılığı iki doktor ve bir avukat getirerek, Gisela’ nın akıl hastası olduğunu raporlarla belgeler ve Park Kliniği’ne yeğeninin gözaltında tutulması için gönderir. Bu klinikten alacağı raporla şirketi kendi yönetecektir. Bu planı kızkardeşi Anna, kızı Monique ve kızkardeşinin oğlu Henrich ile planlamıştır.

Park Kliniğinin Başhekimine genç kızın hasta olduğunu iyiden iyiye inandırmışlardır. Bu da diğer doktorlar tarafından raporla bildirilmiştir. Gisela’ nın,Başhekim Doktor Pade ve Profesör Maggfeld yaptıkları muayeneler sonucu deli olduğuna inanmaz. Fakat kendilerine gelen raporda deli olduğuna dair iki doktorun imzası vardır. Gisela, nişanlısı Ekonomi Uzmanı Doktor Budde’yi görmek ister, doktorlar buna izin vermezler. Moral bozukluğuna uğrayan kızın durumu gittikçe bozulur yemek yemez. Bunun içinde görünüşü bir deliye benzer. Başhekim ve Profesör kıza gözaltı raporu verir.

Mirasa konan Eward kendisine Metres tutar,kumar oynamaya devam eder. Kızı Monique Fransa’ya tatile gönderir. Anna kendisine villa almış ve uşağıyla aşk hayatı yaşamaktadır. Henrich İngiltere’de temsilci olarak görev yapmaktadır. Dr.Budde Nişanlısının akıl hastası olmadığını kanıtlamaya çalışırken, Ewold kendisini şirketten kovar. Gisela’nın verdiği vekaletname elinden alınır. Dr.Pade ve Prf.Maaggfelr Gisela’nın hasta olmadığını bilirler, fakat kendilerinin imzaladığı ve iki doktorun imzalarının bulunduğu belgeler vardır. Gisela’ya yardım etmek istiyorlardır. Budde Gisela’nın Klinikte olduğunu öğrenir ve kliniğe gider. Dr.Pade’ye, genç kızın deli olmadığını miras için bu oyuna geldiğini anlatır. Genç adamın anlattıkları Gisela’nın anlattıklarıyla aynıdır. Başhekim Budde’nin kızla görüşmesine tedavisi devam ettiğinden izin verilmez. Ewald Budde’yi saf dışı bırakmak için ona bir tuzak kurar. Budde Dr. Pade’den ayrıldıktan sonra evinde içip sızmıştır. Budde’nin arabasına birisi binerek hızla oradan uzaklaşır, bir yayaya çarptıktan sonra arabayı yerine bırakır. Polis Dr. Budde’yi evinde sarhoş olarak bulur ve suçu kendisinin işlediğini iddia ederler. Dr.Budde kendisinin sarhoş olduğunu ve akşam araba kullanmadığını söylese dahi suçsuzluğunu ispatlayamaz. Budde’nin arkadaşı Avukat Hartung, Budde’nin hapis yerine alkolik olduğundan kliniğe gitmesini sağlar. Budde de bunu istemektedir. Gisela’ya yaklaşırken bir hastanın tedavisinde kullanılan köpek tarafından yaralanarak ameliyata alınır. Budde, park kliniğinden suçsuz olduğu anlaşılınca çıkarılır. Arkadaşı Hartung ile Gisela’yı kurtarmak için plan yaparlar. Budde, İngiltere’ye Heinrich’in yanına gider. Budde Heinrich’i sıkıştırarak ağzından laf almaya çalışır. Hartung, Monıgue’yi kendisine aşık ederek delil toplamaya çalışır. Hartung’u kimse tanımıyordur. Monigue babasına nişanlısını tanıştırır. Ewald kızının nişanlısından hoşlanır ve Almanya’daki şirketine çağırır. Bazı işlerini Hartung’a takip ettirir. Budde ile Hartung bir plan yaparak Dr. Budde’nin yardımıyla Gisella’yı kaçırmayı planlarlar. Dr. Budde kabul eder fakat kendisinin sadece Gisela’nın odasını değiştirebileceğini ve duvara yakın bir odaya yerleştireceğini söyler. Başka bir şeye karışmayacağını bildirir. Dediğini de yapar. Budde Gisela’yı kaçırırken düşerek belini kırar. Uçakla Tunus’a okul arkadaşının yanına gider. Burada Askeri bir hastanede tedavi altına alır. Gisela’nın amcası, Gisela’nın kaçmasından park kliniğini sorumlu tutar. Ama savcılık tarafından Klinik suçsuz bulunur. Ewald, gazetecilere yeğeninin kendisini öldürmek istediğini söyler. Delil olması içinde yatak odasının duvarlarına kendisi tabancayla ateş eder.

Anna ve oğlu Heinrich, Ewald’ın yurt dışına para çıkardığını öğrenirler. Aralarında çıkan münakaşada Ewald bacağından vurulur. Ewald, bu olayda Hartug’tan şüphelenir ve çalışma masasının çekmecesini kırarak çekmecede bulunan Tunus’a ait havele makbuzlarını görür. Kızına Hartung’un yalancı olduğunu açıklayan telgraf çeker. Monigue üzüntü içerisinde yelkenli ile denize açılır. Yelkenli fırtınada batar ve Monigue ölür. Polis otel odasında yaptığı araştırmasında Monigue’nin günlüğünü bulur. Bu günlükte Ewald’ın yaptığı işler ortaya çıkar. Ewald, Anna, Heinrich, iki doktor ve avukat tutuklanırlar. Gisela hakkındaki tüm iddiaları temize çıkar. Ewald bu sefer kızının ölümüyle serveti kaybetmenin etkisiyle delirir ve Park Kliniğine gönderilir.

 

ASLINDA ÖZGÜRSÜN

 

KİTABIN ÖZETİ
Duygu Asena'nın bir internet sitesinde yazılan bu kitabı, yazarın belirttiğine göre okuyuculardan gelen tepkilerle şekillenmiş ve sonuçlanmıştır. Kitap, çocukluklarından beri arkadaş olan Berna ve Belgin adlı iki bayanın hayatlarındaki bir yıllık bir süreyi ele almakta ve bu zaman içerisinde yaşadıklarının da etkisiyle beklentilerinde olan değişiklikleri anlatmaktadır. Bu iki arkadaş fikirlerini birbirlerine bazen bir lokantada, bazen bir sinema çıkışında, bazen telefonda ve bazen de mektupla anlattıkları için kitap kolay takip edilmekte ve zevkle okunmaktadır.
Üniversitede oldukça başarılı ve aktif bir öğrenci olan Berna şu anda ki eşi Erkan'la tanışır ve maddi durumlarının iyi olacağı ve bu nedenle çalışmaya gerek duymayacağı düşüncesiyle eğitimini yarıda bırakarak evlenip bir çocuk sahibi olur. Fakat zaman geçtikçe, üniversitede spor yapan çeşitli sosyal etkinliklerde faal bir şekilde görev alan Berna, ev hanımı olarak içinde bulunduğu hayattan memnun olmadığı gibi iş adamı olan kocasının gittikçe artan ilgisizliğinden de şikayetçi olmaya başlar.
Öte yandan Belgin eğitimini tamamlayıp bir özel şirkette çalışmaya başlamış ve çalışkanlığı sayesinde kısa zamanda mesleğinde yükselmiştir. Bütün bu koşturma esnasında evlenip bir aile kurmaya zaman bulamayan Belgin, hayatta yalnız olduğunu düşünüp çeşitli arayışlara girmiştir. Belgin karakteri ile, çalışan bir bayanın iş yerinde ne gibi zorluk ve kısıtlamalarla karşılaştığını görme imkanına sahip olmaktayız.
Kitap, Belgin ve Berna'nın kısmen tanıtıldığı telefon konuşmaları ile başlar. Erkek arkadaşından ayrılan Berna dertleşmek için Belgin'i arar. Burada kitabın temelde dayandığı "herkes kendi yaşamını sevsin, ondan mutlu olsun" kavramı Berna tarafında dile getirilir.
Pasif ev kadınlığından sıkılan Belgin, arkadaşının teşvikiyle çevreci bir dernekte gönüllü olarak çalışmaya başlar. Zaten çalışkan bir kişiliğe sahip olan Belgin kısa zamanda çevre konusunda kendini yetiştirerek dernekte aktif olarak görev alır. Daha geniş bir sosyal çevrenin içine giren Belgin artık kendine daha fazla zaman ayırmaya, daha bakımlı olmaya ve kısır bir döngünün içinden kurtulmaya başlamıştır. Bunun sonucunda ise eşinin ve çocuğunun kendisine karşı olan tavırları değişmiştir.
Bu arada Berna da kendine başka arkadaşlar bulmaya, yeni ilişkiler yaşamaya başlamıştır. Yaşadığı çeşitli ilişkilerde de aradığını bulamayan Berna artık iyice yıprandığını hissetmekte ama bir türlü bu döngüden kendini kurtaramamaktadır.
Kitabın ilerleyen bölümlerinde Belgin'in babası ölür ve bu güne kadar hep eşinin gölgesinde yaşamış olan annesi yeni duruma alışmakta çok zorlanır. Belgin bu durumu arkadaşına şöyle anlatır: "-Annemin halini görmüyor musun Berna? Babama birşey olursa oda yaşayamaz. Kırkyıl dile kolay. Tam kırk yıldır birlikteler. Her zaman her yerde. Birbirlerinin birer organı birer parçası gibiler. Annem o olmadan, ona sormadan, bir şey yapamaz. Yapamaz da zaten. Nerdeyse sokakta yürüyemez bile."
Ama beklenen olmaz. Belgin'in annesi kısa zamanda toparlanıp yeni bir yaşama başlar ve doğal olarak bu Belgin'i çok etkiler. Başarıları gittikçe artan Belgin bir televizyon programı yapmaya başlar. Bu başarıları sayesinde evliliği de kurtulmuştur.
Bu arada Berna bir reklam ajansı açar ve kendi işini yürütmeye başlar. Bir açılış nedeniyle Şanlıurfa'ya gider. Orada kaldığı kısa zaman bile hayat görüşünün değişimesine neden olur. Artık ordan oraya savrulan amaçsız bir insan değildir. Şanlıurfa'dan arkadaşına yazdığı mektupta o bölgede yaşayan insanların "aslında televizyondan herşeyi öğrenmiş" olduklarını belirtip, "
ama o gördükleri, kendi yaşamlarından öylesine uzak ki, düş bile kuramıyorlar. . Belgin, bir Güneydoğu turundan söz etmiştin. Mutlaka ona katılalım, mutlaka İnsanın yalnızca kendi yakın çevresini tanıması ne korkunç şey." diye yazar.
Kitap Berna'nın Belgin'e yazdığı bir mektupla son bulur. Bu mektubun son cümlesi sanki, iki arkadaşın bu zaman dilimi içerisinde geçirdikleri değişimin bir özeti gibidir:
" Beğenmediğim yönlerim hala çok
onları yok edeceğimAynaya baktığım zaman kendimi kıyasıya sevmek istiyorum çünkü. . Ben, kendi sevgimi de hak etmek istiyorum."

 

MUSTAFA KEMALLE 1000 GÜN

 

KİTABIN ADI Mustafa Kemal’le 1000 Gün

KİTABIN YAZARI Nezihe ARAZ

YAYINEVİ VE ADRESİ
BASIM TARİHİ 8 nci Basım 1999

KİTABIN YAYIM MAKSADI Mustafa Kemal’in Bilinmeyen Yönlerine Işık Tutmak.

KİTABIN ÖZETİ :

Atatürk mükemmel bir insan, dahi bir komutan ve siyaset adamı ve yüzyılımızın en büyük beyinlerinden biriydi. Bu kitap Mustafa Kemal'in evlilik yıllarını ve Latife Hanım’ın Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundaki yerini anlatmak için yazılmıştır. Genel olarak 1922-1925 yıları arasında geçen olayları kapsamaktadır.

Kitap sadece evlilik ve onunla ilgili konuları anlatıyormuş gibi gözükse de aslında bu 3 yıllık dönemin tarihi gerçeklerine de değinmekte ve bu evliliğin yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti'ne ne gibi etkileri olduğunu da göstermektedir.

Latife Hanım (1898-1975) Mustafa Kemal’in eşi, İzmir’in tanınmış ailelerinden Uşakizade (sonra Uşaklıgil) Muammer Bey’in kızıdır; İzmir Lisesi’ni bitirdikten sonra Paris Sorbone Üniversitesi’ne hukuk öğrenimi için gitmiştir. Bir yıl sonra Londra’ya giderek İngilizce çalıştıktan sonra yine Paris’e dönmüştür.

Büyük Taarruz başarıyla gerçekleştirilmiş İzmir'e ulaşılmıştı. Mustafa Kemal; artık muzaffer bir Komutan ve Anadolu’nun kurtarıcısı olarak görülüyordu. İzmir'deki ilk günlerinde, yoğun bir programı olmasına rağmen biraz da zorlamayla Latife Hanımla tanıştı ve karargahını onun evine taşıma davetini aldı. Önceleri buna hiç sıcak bakmazken, zorunluluklar onu bu yöne sevk etmişti. Gerek tanışmalarını sağlayan olay ve gerekse Beyaz evde (Latife Hanımın babasının Köşkü) geçen 20 gün, Mustafa KEMAL ve Latife Hanım üzerinde derin etkiler bıraktı.

Mustafa KEMAL, bir yandan işleri ile uğraşırken diğer yandan annesi Zübeyde Hanım, Fikriye hanım ve Latife Hanım’ların üçgeninde bulunuyordu. Çünkü Fikriye Hanım’ı incitmek istemiyor, annesinin onayını alma gereğini duyuyordu ve Latife Hanımdan da vazgeçemiyordu. Bu zaman zarfında Mustafa Kemal bir yandan yabancı gazetecilerle görüşüyor, diğer yandan da Mudanya Konferansı ile ilgili çalışmalar yapıyordu.

Bu arada Fikriye Hanım, tedavi için Avrupa’ya gönderildi. Mustafa Kemal’in annesi de sağlığı açısından faydalı olacağı bahanesiyle İzmir’e gönderildi ve Latife Hanımla tanıştırıldı. Fakat Zübeyde Hanım, Latife Hanımı çeşitli sebeplerden dolayı pek beğenmedi ve bunu açıkça belli etti.

Lozan Konferansı sonrasında Mustafa KEMAL; kararsızlık içersindeydi. Tam bu sırada İzmir’den acı bir haber geldi ve Zübeyde Hanım’ın vefat ettiğini, öğrendi. Mustafa Kemal bazı sebeplerden dolayı cenazeye katılamadı. Fakat kısa bir süre sonra İzmir'e geri döndü. Önce annesine olan vefasını gösterdikten sonra son kararını verdi ve Latife hanımla o günün şartlarına pek uymayan, ancak onun gelecekte yapacağı yeniliklere gösterge olacak bir törenle evlendi.

Latife Hanım, artık yeni, modern ve medeni Türk kadınının simgesi olmalıydı. Ancak Latife Hanımın evlenirken hesaba katmadığı daha doğrusu kendisine verilen tüm öğütlere karşın görmezden geldiği gerçekler, yavaş yavaş ortaya çıkmakta gecikmedi.

Latife Hanım; Ankara’da bulundukları sürede Mustafa Kemal’in yoğun işleri nedeniyle oldukça sıkıntılı günler geçirdi. Hayatının yarısını Avrupa’da geçirmiş olan biri için Ankara o zamanlar bir köyden farksızdı. Çankaya Köşkü ise o günlerde bir bağ evi gibiydi. Ata’ya göre ise Ankara, milli mücadelenin başladığı yer ve geleceğin başkenti olarak gelişecek bir şehirdi.

Her gün yeni bir gelişme oluyordu. Bu arada Latife Hanım TBMM’ye giren ilk Türk kadını olma unvanını aldı. Ancak Latife Hanım yavaş yavaş Mustafa Kemal'in gözünde ikinci planda kalmaya başladığını hissetti ve buna dayanamıyordu. Latife Hanım, Mustafa Kemal'in sadece ona değil, tüm Türk Milletine ait olduğunu kavrayamıyor ve bunu anlamak da istemiyordu. Yeni seçimler, Cumhuriyetin ilanı, Mustafa Kemal'in Cumhurbaşkanı olması derken Latife Hanım gittikçe geçimsizleşiyor ve bu konuda çeşitli dedikodulara sebep oluyordu. Latife Hanım artık Mustafa Kemal'in arkadaşlarını da kendisine bir rakip olarak görüyor ve O’nu arkadaşları ile paylaşmak istemiyordu.

Bu sırada Mustafa Kemal, ilk kalp spazmını geçirdi ve buna bağlı olarak Latife Hanım’ın Ata’ya içki içmeme konusundaki baskıları arttı. Fikriye Hanım ise , bu evliliği Avrupa’da iken öğrendi ve bunun üzerine acele yurda döndü. Daha sonra ise herkes tarafından bilindiği gibi Çankaya Köşkü’nde intihar etti.

Gün geçtikçe Latife Hanım daha kızgın, dengesiz ve kıskanç bir hal alıyordu. Mustafa Kemal’in derdi sadece bu değildi. O, tüm Türkiye Cumhuriyeti’nin derdi ile uğraşırken doğal olarak eşine çok fazla zaman ayıramıyordu. Artık yavaş yavaş çeşitli şekillerde Latife Hanımı ikaz ediyordu. Ayrılık konusunda imalarda bulunuyordu. Bir yurt gezisi esnasında Latife Hanımın hareketleri çekilmez bir hal almıştı. Atatürk böyle zor ve karmaşık bir özel hayat yüzünden asli görevi olan Devlet işlerini aksatmaya meydan vermek istemiyordu. Bunun sonucunda 05 AĞUSTOS 1925’te Latife Hanımla olan evliliğini bitirdi.

Latife Hanım, bundan sonra büyük bir şok geçirdi ve İzmir’de babasının evine kapandı. Daha sonra yavaş yavaş kendisini toparladı ve ailesinin ısrarı ile Avrupa’ya gidip tedavi oldu. Ancak hayatının sonuna kadar yaptığı işten pişmanlık duydu. Çünkü suçun kendisinde olduğuna inanıyordu. Daha sonra İstanbul'a dönüp yerleşti ve hayatının bundan sonraki bölümünü sessiz ve üzüntü içinde bir bekleyişle geçirdi. Ayrılıktan sonra evliliği ve eşi hakkında konuşmayı yada yazmayı kesinlikle kabul etmedi. Latife Hanım 13 TEMMUZ 1975'te İstanbul’da vefat ederek Edirnekapı Şehitliğindeki ebedi istirahatgahına çekildi.

Türk kadınlarının, çağdaş dünya kadınları düzeyine ulaşması yolunda Mustafa Kemal tarafından başlatılan harekette, eşine açıklayıcı ve aydınlatıcı yardımları asla unutulmayacak olan Latife Hanımın Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı eşi olarak da tarihimizde önemli bir yeri vardır.

Sonuç olarak yazar; Mustafa Kemal’in üç yıllık evlilik dönemini incelediği bu kitabında özel hayatı ve işi arasında yaşadığı zorlukları ele almış ve neticede Fikriye Hanım’ın intiharı, Latife Hanımın boşandıktan sonra içine düştüğü bunalım, Mustafa Kemal’in üç yıl boyunca şu veya bu şekilde enerjisini ve düşüncelerini ikiye bölmek zorunda kalması ve evliliği süresince yaşadığı sorunların çeşitli dedikodulara sebep olması ve bu durumun Cumhuriyeti ve Ata’yı yıpratması sonucuna ulaşmıştır. Tarihi olayları ve anekdotları bir roman havası içerisinde ilişkilendirerek tarihe yeni bir boyuttan bakılmasını sağlamıştır.

 

 

KIZIL DAĞIN EFSANESİ

 

KİTABIN ÖZETİ :

Emekli bir öğretmenin, Bandırma Vapuru'nda yolculuk sırasında tanıştığı, ismini dahi bilmediği küçük bir kız çocuğu ve ailesi ile yaptığı yolculuk anlatılmaktadır.

Bandırma Vapuruyla İstanbul'a yolculuk yapan emekli öğretmen, küpeştede güneşten korunmak için gazete kağıtlarıyla örtünmüştü. Bu esnada güvertede gezinen bir kız çocuğunun arkadaşlık daveti üzerine ikisi arkadaş olmuşlardır. Bu arkadaşlık hikaye, kahramanlarımızın İstanbul'dan Adana'ya giden Güney Ekspres adlı trendeki yolculukları boyunca devam etmiştir. Kız çocuğunun isminin Melike olduğunu ve ailesinin de trenle yolculuk yaptığını öğrenir. Melike'nin babası, bu dostluğu kötüye yorumlar.

Yusuf Öğretmen ile Melike'nin babası Sinan Bey trenin restaurantında karşılaşmışlar, Sinan Bey Kayseri'de pazarlama şirketi müdürü olduğundan, Yusuf öğretmene çocuğuna neyi pazarladığını, çıkarcı bir ilişkiden vazgeçmesini tembihler. Yusuf Öğretmen kompartımana geçmiş, dinlenirken kapı açılır, gelen Melike ve annesidir. Yusuf Öğretmeni kendi kompartımanlarına davet etmişlerdir.

Yusuf Öğretmen Melike ve Annesiyle sohbet ederken Sinan Bey kompartımana gelir. Yusuf Beyin bu ziyaretinin Melike'den kaynaklandığını ve bunu neye borçlu olduğunu sorar. Yusuf Öğretmen şöyle der:

- Ayıplamayın, sevginin dar düşünceleri olamaz, elinizdeki değerleri iyi koruyun.

- Sinan Bey; bu konuda çabuk alınmamasını artık onun da aileden biri olduğunu ve iyi bir öğretmen olduğunu söyleyip; dost olup, olmadıklarını sorar.

Yusuf Öğretmen bu dostluğu kabul eder ve onlara, kendi memleketi olan Sivas'ın İmranlı ilçesinin Kızıldağ Efsanesini anlatmaya başlar.

Yusuf Öğretmen buraya ilk tayini çıktığında köyde okul olmadığını, buraya okul yaptırmak için, muhtar ve Kurtuluş Harbi'ni görmüş olan Halil Çavuş'tan destek aldığını, Halil Çavuş'un arazisine köy halkı ile imece usulü okul yaptırdıklarını anlatır. Sonraları okula Mustafa öğretmenin tayini çıkar. Yusuf Öğretmenle Mustafa Öğretmen okulun bir odasında beraber kalırlar. Çocuklara okuma- yazma öğretirler. Köyde yıllarca söylenip ve bilinen bir efsane vardır.

Kızıldağ Efsanesi'ne göre dağın tepesinde her cuma akşamı fenere benzer bir ışık yanar. Kimse, cesaret edipte bunun kaynağının ne olduğuna bakamaz ve bunun cinlerin işi olduğuna kanaat getirirler.

Mustafa ve Yusuf Öğretmenin öğrencilerinden Ahmet, Ali ve Halil Çavuş'un torunu Yılmaz bu konuya merak sararlar, Kızıldağ Efsanesi'nin esrarını çözmeye karar verip, bir perşembe günü yola koyulurlar. Köy halkı ve öğretmenleri öğrencilerin köyü terk ettiklerini fark edince meraklanırlar. Özellikle Mustafa Öğretmen bu olaydan kendisini sorumlu tutar. Yemeden içmeden kesilir. Bunun asıl nedeni ise kendi kardeşinin yıllar önce evi terk etmesi ve kardeşinin yıllar boyunca bulunamayıp, kardeşinin ölüsünün eve gelişiyle ortaya çıkmasını hiç aklından çıkaramamasıdır.

İşte bu sebeple Mustafa Öğretmen geçmişte bu yaşadığı korkuyla jandarmaya olayı haber vermek ister. Ancak Halil Çavuş meraklanmamasını, Yılmaz'ın cin gibi bir çocuk olduğunu, yöreyi ve dağı iyi bildiğini söyler ama Mustafa Öğretmen rahatlamaz.

Halil Çavuş, Mustafa Öğretmene o kadar merak etme onlar neticede Yukarı Çulha Köyü'ne inerler, git ve orada bekle, eğer onları getirirsen köyün en güzel kızıyla seni evlendireceğim der.

Burada öğrenciler Yılmaz, Ali ve Ahmet tüm tabiat şartlarına ve açlığa rağmen yollarına devam ederlerken bir mağaraya sığınıp uyuya kalırlar. Sabah uyandıklarında karşılarında bir ihtiyar görürler. İhtiyar bunlara burada ne aradıklarını ve kim olduklarını sorar. Öğrenciler bir haftadır yollarda olduklarını ve Kızıldağ Efsanesinin ve yanan üç fenerin esrarını çözmeye geldiklerini söylerler. İhtiyar gülümser, kendisinin Yukarı Çulha Köyü'nden olduğunu ve Halil Çavuş'la kurtuluş Harbinde savaştığını anlatır.

İhtiyar kendisinin ve üç oğlunun dağa tırmanmaya meraklı olduğunu, yıllar önce üç oğlunu da tırmanırken kaybettiğini, onları bir daha bulamadığını anlatır. Bu yüzden gerçek olmayan üç mezar kazdığını ve her cuma akşamı evlatlarını yaşamıyorsa buradaki mezarda, yaşıyorsa yaktığı üç fenere gelecek diye yıllarca beklediğini anlatır. Üç öğrenciyi de alıp, Yukarı Çulha Köyündeki evinde misafir eder, karınlarını doyurur ve o gece rahat bir şekilde uyumalarını sağlar.

Ertesi sabah ihtiyar muhtarın evine olayı anlatmaya gider. İçeride tanımadığı bir adam vardır. İkisi de aynı amaç için oradadırlar. Mustafa öğretmen çocukları aramaya, ihtiyar ise çocukların durumunu muhtara anlatmaya gelmiştir.

İhtiyar, muhtara durumu anlatınca Mustafa Öğretmen rahatlar.

Muhtar çocukları Mustafa Öğretmen'e emanet eder ve Karlı Köye gönderir. Köy halkı çocukları görünce sevinir ve olayın sonucunu merak ederler. Ali, Yılmaz ve Ahmet Kızıldağ'ın esrarını aydınlattıkları için köyde artık kahramandırlar.

Yusuf Öğretmen emekli olmuş, Kızıldağ Efsanesi çözülmüş, bu arada Güney Ekspresi Kayseri'ye yaklaşmıştır. Melike, Yusuf Öğretmen'e sorar :

- Muhtar Mustafa Öğretmeni evlendirdi mi ?

Yusuf Öğretmen Halil Çavuş gibi Kurtuluş Harbi görmüş efsanevi insanların sözünde duracaklarını söyler. Mustafa Öğretmeni köyün en güzel kızı ile evlendirdiğini ve kırk gün, kırk gece düğün yaptığını anlatır.

Melike ve Ailesi Kayseri garında artık ayrılacaklardır. Yusuf Öğretmen istemeye istemeye Melike'den ayrılmak için, biletini teslim edip geleceğini söyler. Ama yalandır tabi ki, Melike ayrılacağına üzülmesin diye bu yalanı söylemiştir. Melike'ye yalan söylediği için de üzgündür. Yalanın kötü bir şey olduğunu biliyordu fakat herkes gibi o da sıkışınca yalana başvurdu. Halbuki çocukların dünyasında yalana yer yoktu sadece sevgi dolu, tertemiz ve berrak bir dünyaları vardı onların.

 

 

BİNBİR GECE MASALLARI

 

Binbir Gece Masalları

Binbir Gece Masalları (Arapça:
كتاب ألف ليلة و ليلة Kitāb 'Alf Layla wa-Layla, Farsça: هزار و یک شب Hazâr-o Yak Šab) Orta Çağ'da kaleme alınmış Orta Doğu kökenli bir edebi eserdir. Şehrazad tarafından hükümdar kocasına anlatılan hikayelerden oluşur.


Şehrazad eşi Hükümdar Şehriyar'a hikaye anlatırken

Tarihçe

8. yüzyılda Arap Abbasi Halifesi Harun Reşid zamanında Bağdat önemli bir kozmopolit şehirdi. Şehir İran, Çin, Hindistan, Afrika ve Avrupa'dan gelen tüccarlar ile dolup taşmaktaydı. Bu sıralarda, şehrin kültürel yapısı da gelişti, Arap kültürü özellikle diğer Doğu kültürleriyle harmanlanmaktaydı. Binbir Gece Masalları'nda bulunan hikayeler işte bu dönemde, halk hikayeleri olarak ortaya çıkmıştır. Sözle aktarılan bu hikayeler sonunda tek bir eserde derlenmiştir. Hikayelerin çekirdeğini eski bir Fars (İran) kitabı olan Hazâr Afsâna ('Bin Efsane', Farsça:
هزارافسانه) oluşturmuştur. 9. yüzyıl dolaylarında hikayeleri derleyen ve Arapça'ya çevirenin masalcı Ebu abdullah Muhammed el-Gahşigar olduğu söylenir. Eserdeki hikayelerin çerçevesini oluşturan Şehrazad öyküsününse esere 14. yüzyıl dolaylarında katıldığı düşünülmektedir. Eser Fransızcaya 1704'te çevrilmiş ilk modern Arapça derlemesi ise 1835'te Kahire'de yapılmıştır. Her ne kadar eser Fransızca'ya 1704'te çevrilmişse de, eserin ve ihtiva ettiği hikayelerin bir kısmının daha önceden Batı'ya geldiği düşünülmektedir.


~~~~~~


Konusu


Hikayeye göre Fars kralı Şehriyar "Hindistan ile Çin" arasındaki bir adada hüküm sürer (eserin daha sonraki biçimlerinde bunun yerine Şehriyar'ın Hint ve Çin'de egemenlik sürdüğü yazar). Şehriyar karısının kendisini aldattığını öğrenir ve öfkelenir, tüm kadınların sadakatsiz, nankör olduğuna inanmaya başlar. Önce karısını öldürtür, sonra da vezirine her gece kendisine yeni bir hanım bulmasını emreder. Her gece yeni bir gelin alan Şehriyar, geceyi hanımıyla geçirdikten sonra tan vakti hanımını idam ettirir. Bir süre bu böyle devam eder, daha sonra vezirin akıllı kızı Şehrazad bu kötü gidişata son vermek için bir plan kurar ve Şehriyar'ın bir sonraki eşi olmaya aday olur. Evlendikleri geceden başlayarak, kardeşi Dünyazad'ın da yardımıyla Şehrazad her gece Şehriyar'a çok güzel ve heyecanlı hikayeler anlatır. Tam şafak vakti geldiğinde, hikayenin en heyecanlı yerinde, hikayeyi anlatmayı keser. Hikayenin sonunu merak eden Şehriyar, Şehrazad'ın hikayeye ertesi gece devam edebilmesi için, o gecelik Şehrazad'ın idamını erteler. Kitabın sonuna kadar yer alan hikayeler, Şehrazad'ın Şehriyar'a anlattığı hikayelerdir. Sona gelindiğinde, Şehrazad üç erkek çocuğu doğurmuştur ve evliliklerinden uzunca bir süre geçmiştir. Kralın kadınlara olan öfkesi ve kötü düşünceleri dinmiş, Şehrazad'ın sadakatine inanmıştır. Böylece önceki emrini de kaldırır.




"Sultan Şehrazad'ı Affederken", Arthur Boyd Houghton.

Eserde bulunan hikayeler çeşitlidir; şiir, komedi, trajedi ve alaycı hikayelerin yanında, aşk hikayeleri, tarihi ve dini öyküler de mevcuttur. Eserdeki bir önemli noktada hikayelerin bazılarında bulunan erotik motiflerdir ki bu eserin bazı baskılarının çeşitli yerlerinin sansürlenmesine neden olmuştur. Eserde bulunan hikayelerde hayali veya mitik yer ve karakterlerin yanı sıra gerçek yer ve karakterler de yer alır, çoğu zaman hayali ve gerçek kişi, olay veya yerler birbiriyle harmanlanmıştır. Örneğin, eserdeki birçok hikayede göze çarpan baş karakter Abbasi Halifesi Harun Reşid'dir.

Bazen Şehrazad'ın anlattığı bir hikayede geçen bir kahramanın kendine has bir hikayesi ve o hikayenin de içinde farklı bir hikaye olabilir. Böylece eserdeki hikayeler zengin biçimde farklı tabakalardan oluşur.

Popüler kültürü de etkileyen eser, hem bir bütün olarak hem de içerdiği hikayeler tekil olarak filme alınmış, benzer edebi eserlerin yazılmasına ilham kaynağı olmuştur.

~~~~~~~~~~~~~

Farklı Basımları

Eserin ilk Avrupa sürümü, bir Avrupa dilindeki ilk baskısı, Antoine Galland tarafından yapılmış Fransızca çevirisidir (1704-1717). Bu çeviri eserin daha önce derlenmiş bir Arapça sürümünden yapılmıştır. 12 ciltten oluşan bu ilk çeviri, Les Mille et une nuits, contes arabes traduits en français , büyük bir ihtimalle çevirinin yapıldığı Arapça nüshada bulunmayan fakat çevirmen tarafından bilinen bazı Arapça hikayeleri de içermekteydi.

850 yılı civarında ortaya çıkan Arapça derleme, Alf Layla (Bin Gece) ise büyük bir ihtimalle, daha önce yazılmış olan, Hazar Afsanah (Bin Efsane) isimli Fars eserinin özetlenmiş bir tercümesiydi. Eserin bugünki ismi olan Alf Layla wa-Layla (Binbir Gece) ise Orta Çağ'da ortaya çıkmıştır. Bu isim büyük ihtimalle sonsuzluk ötesi sayı düşüncesini sembolize etmekteydi, zira o zamanlarda Arap matematik çevrelerinde 1000 sayısı kavram olarak sonsuzluğu sembolize ederdi. Belki de buradan yola çıkarak, eserdeki tüm hikayeleri okuyan kişinin delireceğine dair bir efsane ortaya çıkmıştır.

Eser geleneksel Fars, Arap ve Hint hikayelerinin bir derlemesi olarak görülür. Fakat, eserde bulunan ünlü hikayelerden, Alaaddin'in Lambası ve Ali Baba ve Kırk Haramiler eserin Avrupa baskısına Antoine Galland tarafından eklenmiştir. Galland bu hikayeleri Halep'li, Marunî bir masalcıdan duyduğunu yazmıştır.

İngilizce'ye çevirisi Sir Richard Burton tarafından The Arabian Nights olarak yapılmıştır. Kendinden evvelkilerden farklı olarak bu çeviri özgün malzemeyi sansürlememiştir. İngiltere tarihinin muhafazakar Victoria döneminde yayımlanmasına rağmen bu çeviri kaynağında bulunan erotik incelikleri ve cinsel tasvirleri içermektedir. Bu çevirinin yanı sıra, daha yakın zamanlarda Fransız doktoru J.C. Mardrus'un çevirisi vardır. Mevcut çevirilerin en doğru ve güzeli, Fransa'daki Bibliothèque Nationale'de bulunan 14. yüzyıldan kalma bir Suriye el yazmasından Hüssain Haddawy'nin yaptığı Arapça derlemedir.

~~~~~~~~~~~~

Uyarlamalar


Televizyon ve Sinema
Binbir Gece Masalları'nın televizyon ve sinemaya pek çok uyarlaması olmuştur. Bunların asıl öykülere olan bağlılığı çok değişken olmuştur. Fritz Lang'in 1921 yapımı Der Müde Tod, 1924 Hollywood yapımı (Douglas Fairbanks başrolde olduğu) The Thief of Baghdad ve onun 1940'daki İngiliz ikinci yapımı, Binbir Gece Masalları'ndan etkilenmişlerdir.

Hollywood'un Binbir Gece Masalları'na dayandırılmış ilk konulu filmi 1942 yapımı Arabian Nights'dır. Başrollerde Şehrazad rolünde Maria Montez, Ali Ben Ali rolünde Sabu Dastagır ve Harun Reşid rolünde Jon Hall vardır. Filmin konusunun Binbir Gece Masalları ile hemen hiçbir ilgisi yoktur. Filimde Şehrazat Halife Harun Reşid'i devirip kardeşiyle evlenmek isteyen bir dansözdür. Şehrazadın ilk suikast girişimi başarısızlığa uğrar ve esir olarak satılmasının ardından pek çok macera gelişir. Maria Montez ve Jon Hall 1944 yapımı Ali Baba ve Kırk Haramiler'de de rol almışlardır.

1980'li yıllarda Şehrazat rolünde Annette Haven ve Şehriyar rolünde John Leslie'nin oynadığı 1001 Erotic Nights bütçesi milyon doları aşan ilk porno filim olarak sayılır.

Binbir Gece masalları'ın en başarılı sinema uyarlaması 1992 Walt Disney yapımı çizgi filim Aladdin sayılabilir. Filimde Scott Weinger ve Robin Williams seslendirmişlerdir. Bu filmin devamları ve televizyon serileri onu izlemiştir.

Sinbad'in yolculukları televizyon ve sinemaya birkaç kere uyarlanmıştır, en sonuncusu 2003 yapımı, seslendirmesini Brad Pitt ve Catherine Zeta-Jones'un yaptığı animasyon Sinbad: Legend of the Seven Seas olmak üzere. 1958 yapımı The Seventh Voyage of Sinbad en meşhur Sinbad filmi olabilir.

İngilizce olmayan uyarlamalar arasında çeşitli Hint (Bollywood) yapımları, İtalyan yönetmen Pier Paolo Pasolini'nin 1974 yapımı Il fiore delle mille e una notte'si, ve 1990 yapımı Fransız Les 1001 nuits sayılabilir.

Televizyon ve sinema uyarlamaları arasında aslına en sadık kalmış olanı 2000 yılında Amerikan ABC ve İngiliz BBC kanallarında gösterilen Arabian Nights dizisi olabilir. Emmy ödülünü alan bu iki bölümlük dizide Şehrazat rolünde Mili Avital, Sahriyar rolünde Dougray Scott oynamışlardır.


Müzik
Rus bestecisi Nikolai Rimsky-Korsakov, 1888'de Şehrazad adlı eserini tamamlamıştır. Parça dört masaldan esinlenmiştir: "Deniz ve Sinbad'in Gemisi", "Kalender Prens", "Genç Prens ve Prenses" ve "Bağdat'ta Şenlik".

 

NUTUK 100 TEMEL ESER

 

Eserin adı: Nutuk

Yazarı: Mustafa Kemal Atatürk

Türü: Tarih dizisi

Basıldığı yayın evi: Kar yayınları

Sayfa Sayısı: 612


Türü: Yurdumuzun parçalanıp işgal edildiği günlerden başlayarak, Türk tarihinde bir dönüm noktası olan İstiklâl Savaşı'nı, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu ve inkılâpların yapılışını anlatan Nutuk, siyasî ve millî tarihimizin birinci elden, pek değerli bir kaynak eseridir. Atatürk'ün kendi kaleminden çıkan bu eser, yineAtatürk tarafından, Cumhuriyet Halk Partisi'nin 15 -20 Ekim 1927 tarihleri arasında Ankara'da toplanan İkinci Kurultayı'nda 36,5 saat süren ve altı günde okunan tarihî bir hitabeye dayandığı için Nutuk adını almıştır.

Özet;

Nutuk, ülkemiz ve milletimiz üzerine büyük oyunların oynandığı günlerden başlayarak, Türk tarihinde bir dönüm noktası olan İstiklal Savaşını, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu ve inkılapların yapılışını, kısaca siyasi ve milli tarihimizi birinci elden anlatan değerli bir eserdir.Eser, TBMM’nin kuruluşundan Cumhuriyetin ilanına kadar uzanan başarılı bir tarihi akışın hikayesidir.
Nutuk’ta, kendini her şeyi ile milletine adamış, olağanüstü yetenekleri ile dehanın en iyi örneğini vermiş büyük bir komutanın inkılapçı bir liderin ve ileri görüşlü bir devlet adamının, askeri ve siyasi aksiyonları ile Türkiye Cumhuriyeti’ne şekil veren temel düşünceler yer almıştır.Ayrıca eserde milli değerler sistemine bağlı Cumhuriyet rejiminin, tarih şuuru içindeki gelişmesinin adım adım nasıl olgunlaştırıldığını yakından görebiliriz.
Bağımsızlık; tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasi, mali, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir.
Demokrasi ve hürriyet; korku üzerine devlet kurulamaz.Toplara istinad eden hakimiyet payidar olamaz.Hürriyet, insanın,düşündüğünü ve dilediğini mutlak olarak yapabilmesidir.Hürriyet ve istiklal benim karakterimdir.
Cumhuriyet; cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir.Cumhuriyet ahlaki fazilete dayanan bir idaredir.Cumhuriyet fazilettir.Türk milletinin tabiat ve adetlerine en uygun olan idare Cumhuriyet idaresidir.
Kültür; Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür.Bu sözü burada ayrıca izaha lüzum görmüyorum.Türk milleti. Ancak varlığını derin ve sağlam kültür sınırlarıyla çizdikten sonradır ki onun yüksek kapasitesi ve fazileti milletler arasında tanınır.Türk milletine. fıtri rengini veren bu inkılaplardan her biri çok geniş tarihi devirlerin öğünebileceği büyük işlerden sayılsa yerindedir.
Medeniyet; bugünkü Türk milleti, mazinin en derin medeniyetlerinde kuruculuk iddia eden bu Türk kaviminin bugünkü çocukları açık ve sağlam yolu bulmuşlardır.
Tarih; Büyük devletler kuran ecdadımız büyük medeniyetlere de sahip olmuştur.Bunu aramak, tetkik etmek, Türklüğe ve cihana bildirmek bizler için bir borçtur.Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.
Din ve laiklik ; din vardır ve lazımdır.Temeli çok sağlam bir dinimiz vardır.Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır.Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum.Şuura aykırı, ilerlemeye mani hiçbir şey ihtiva vermiyor.Milletimiz din ve dil gibi kuvvetli iki fazilete maliktir.
Milletimiz din ve dil gibi kuvvetli iki fazilete maliktir.Bu faziletleri hiçbir kuvvet, milletimizin kalp ve vicdanından şekip alamamıştır ve alamaz.



OSM@ YILMAZ...

 

Online Müzik Dinlemek İçin Tıklayınız

S İ T E M E H O S G E L D I N I Z

İ S T E K V E Y O R U M L A R I N I Z I B E K L İ Y O R U M

Bugün 25 ziyaretçi (32 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol